25 Aralık 2009

babam kandil, dedem çıra, işin yoksa beni ara

ailecek kronik bir baş ağrısı çekiyoruz. saat 10 demeden koltuk düzlemlerinden başlayarak, çeşitli pozisyonlarda dalma aşamalarından geçerek çarşaflarımızın serinliğine gömülüyoruz. belki havadan, belki yediğimiz içtiğimizden her ne halttan kaynaklanıyorsan artık, çık git baş ağrısı hayatımızdan. ne bi şey izleyebiliyorum ne de okuyabiliyorum senin yüzünden. ayrıca şu hayatta herhangi bir sektöre karşı, aktivist tavrım olacaksa, ilaç sektörü olur bu kesin. ben ilaçların bizi iyileştirdiğinden çok hasta ettiğine inanan, spam mail kaynağı bir insanım. zaten sabanciuniv.edu mailime de teee amerikalardan viagra menşeeli mailler geliyorsa, kader de pozisyon almamı beklemekte bence. viagra nedir yani, artık insanların mavi hap üzerinden espri bile yapmadığı yeni bir 10 milenyum yılına girmiyor muyuz? viagra ile kalsalar yine iyi i ve x harflerinin çeşitli harflerle kombinasyonundan oluşan birkaç zımbırtı mailleri daha atıyorlar, hayır nerden buluyorlar ki beni? ben ki hiç netten alışveriş yapmamış, hiçbir ilaca yan gözle bakmamış biriyim. okul adresini de kullanmam akademi dışı işlerde. kimse bu hain, tez zamanda ömrü boyunca viagraya mahkum olur inşallah, daha ne diyeyim. ama sinirleniyorum ama böyle işler yapanlara hakkaten.

durmaksızın this mortal coil dinlediğim şu günlerde, tanrı sizi yeniden yaratsa hangi yeni özelliği isterdiniz, sorusuna cevap bulmam hiç de zor değil. ben güzel bir ses isterdim. ama hakkaten güzel, insanda duyma, dinleme isteği yaratan bir ses. işte şu gruptaki kadının sesi gibi bir ses. hayatta en çok, çok güzel şarkı söyleyen insanlara gıpta ettim. bu bambaşka bir yetenek bence. dünyayla en büyük ve basit bağlantımız sesimiz ve onu duymak isteyen binlerce insan. bir başkası sizin gibi söyleyemez, okuyamaz. başka hiçbir şey bence ne yazı ne görüntü sesin yarattığı hissiyatı yaratamaz bu kadar kısa sürede ve bu kadar hedefi tutturan bir şekilde. neyse, bu şarkıları zor bulunan ve zırt pırt birileri tarafından coverlandığı için de orijinaline erişmek pek zor olan bu grubun şarkılarına benden daha çok ulaşırsanız, belki bana da selam edersiniz ha?

21 Aralık 2009

gün çoktan döndü buralarda.


"ve ben simsiyah bir gecenin koynunda yapayalnız bekliyorum, duyuyorum, görüyorum bir gün gelecek dönence biliyorum". eh barış abi sen psychedelic adammışsın sen. gece gece zihnim açıldı. o değil de gecemin coca cola ve bilimum sosyal politik meseler üzerine araştırma makaleleriyle ve türkiye'de farklı olmak adındaki -şahsı görüşüm ise, çok cımbızla seçilmiş değişkenli araştırma tadında-  kitap ödevimle şenlenmesi için de run like hell-pink floydu seçiyorum ve gazım kaçmadan uzuyorum.

 evet  evet ben de sizi seviyorum dostlarım.

17 Aralık 2009

çalışıyorsam varım


önümüzdeki çarşambayı da atlattıktan sonra, budhanın göbeğine oturabilirim. nirvana anlayışım da buraya kadar. vücudumda var olduklarını bildiğim kemik ve kaslarım kadar, var olduklarından bihaber olduğum kemiklerim, kaslarım da ağrıyor. allahım belki notre dam'ın yanımda dik duracağı günler yakındır,korkuyorum. bu gün turkish foreign policy sınavında; cevabında;  neden iran'daki nükleer program hakkında endişlenmiyoruz temalı bir soru vardı. sınavda yazdığım yetmedi. eve dönerken otobüste cam kenarına denk gelip, ayaklarımın kaloriferi keşfettiği anda yaşadığım tarifsiz mutluluk içersinde, iran'ın silahlarından niye korkmadığımı düşündüm. kendi kendime uluslararası ilişkiler kuramlarıyla yaklaşma dehşetine kapılmadım henüz. ama en çok prince of persia'yı düşündüm. ah ne güzel oyundu, deyip efkarlandım. en çok gitmek istediğim yerin iran olduğunu hatırladım ama günümüz iranını da persya zannettiğim günlerden kalan bir arzu ile. sonra iran'da taş üstünde taş, gözlerde de yaş( dramatik eda ile okuyunuz) bırakmadıklarını anımsadım. iran'a trenle gideceğim elbet, hatta ilk önce iran'a gideceğim bisikletleri ile dünyayı dolaşan gruplara takılacak, budha'nın göbeğinden selam edip, döneceğim. mezarıma da böyle yazınız.

13 Aralık 2009

tasolar ve gençlik

son günlerde gezindiğim bloglarda kemalettin tuğcu'ya sıkça rastlar oldum, herkes bir şekilde kıyısından köşesinden tutturmuş yazılarına. benimse aklıma iki gündür gülten dayıoğlu ve ölümsüz ece geliyor. 2. sınıftayken bilmem ne saatinde herkes sınıf kitaplığından bir kitap seçer ve dönem boyunca o kitabı o saatte okurdu. bir kitabı bitiren diğerine geçerdi. sınıf listesinin başlarında olmama rağmen nasılsa, kitaplıktaki en kalın kitap -ölümsüz ece olur kendisi- bana kalmıştı ki kesinlikle en kalını ben bitireyim de aferini kapayım gibi tasaları olan bir çocuk değildim. bir de sıra arkadaşım yusuf sürekli dalga geçerdi benimle bu kitabı okuduğum için. çünkü onun kitabı "aya seyahat"ti ve benimkinden hatrı sayılır derecede inceydi. ayrıca o kadar ufak puntoyla yazılmış ve beni o kadar çekmeyen bir kitaptı ki ölümsüz ece sırf yusuf'un ben 12. sayfadayken kendisinin 40 larda olması üzerine kurulu günlük kahkahalarından kurtulmak için, bir sonraki derste ben kitabı bitirdim diye gelmiştim. pek şeker olmayan öğretmenim de " aa ne çabuk okudun sen onu bakayım" derken çoktan "sözlü yaparım seni şimdi" diye bas bas bağıran tehditkar bakışlarını savurmaya başlamıştı. beni o zamanlar da kabusum olan, sınıfın ve kara tahtanın önüne çıkarmış ve beni yusuf'un hain ve merak dolu bakışları ile buluşturmuştu. kulaklarım cayır cayır yanarak -heyecanlandığım ve utandığım zaman hep böyle yapar kulaklarım-kitabın 12 sayfasını olabildiğince uzatarak ve kendimce bir son ekleyerek bir özet ortaya çıkarmıştım. o zamandan belliymiş sallamasyon odaklı akademik kariyerim. sonra öğretmenim olacak bu kadın bana bir soğuk aferin demiş, yerime geçerken kitaplığı işaret etmiş, yeni bir kitap almam için beni göz ucuyla itelemişti. hangi kitabı aldığımı hatırlamıyorum  muhtemelen eşantiyon türkiye gazetesi kitaplarından birine denk gelmişimdir ama o zaman kitaplığın en hip kitabı olan yeni yüzyıl gazetesinin verdiği lassie olmadığını hatırlıyorum. benim için hırs kelimesinin birebir anlamı olan yusuf da kitabı ondan önce bitirdiğim ve üstüne anlatıp aferin de aldığım için huysuzlanmış, yerime döndüğümde kendi bölgelerimizi ayıran sıra çizgisini baştan çizmişti.


he ne kadar aklıma takılsa da gidip ölümsüz eceyi alıp, okumayacağım, anlaşalım ilkokul çağım.  gülten dayıoğlu'nu görsem, fadiş hatrına selam dururum ama.

11 Aralık 2009

mevzuubahis

dün akşam habertürkte mehmet altan'lı bir tartışma programının birazına nail oldum. gündem tabiki kürt açılımı, 7 şehit ve dakika dakika güncellenen bursadaki maden göçüğüydü. laf akpnin kürt açılımını devam ettirip ettirmemesi gerektiğine geldi. sayın her şeye muhalefet baykal'ın metafor bezeli, bu iş hıyanet halini almıştır sözleri ve programın hemen sokaktaki nabzı ölçelim kısmı oldukça düşündürücü idi. baykal üzerinde düşünmeye gerek yok, ama sokaktaki herkes üzerinde düşünülmeli bence.


bjk atkılı bir kız, akpnin ülkeyi en başından itibaren kandırdığından girip, bu açılıma bir son verilmesini istiyordu. ardından kürtlerle diyaloga girilmesini, oturup anlaşılmasını, sorunların çözülmesi gerektiğine inanıyordu. bu elzem çift kişilikli fikirlerle donatılmış kızı anlayan varsa, beri gelsin.

bir genç ise, bu ülkede herkese ortak haklar verildiğini belirtip, bunlar nasıl herkes tarafından benimseniyorsa, kürt sorunu, doğu sorunu olarak görülmemeli, herkes tarafından ortak bi sorun olarak algılanmalı ve çözüm yollarına gidilmeli diyordu.

başka bir genç ise, son 7 şehidi anıp, insanların ölmesi, hangi taraftan olduğu farketmez bu sorunu çözmüyor aksine can almaya devam ediyor, dün ben de arkadaşımı askere uğurladım, yarın o da ölebilir, bir başka gün ben de ölebilirim. ama bunun kimseye faydası olmuyor diyerek sözlerini noktaladı.


son günlerde pkk tarafından yapılan eylemlerin iki toplum arasında gerilimi artırmaktan başka bir amacı olmadığı ortada. açılıma en sıcak yaklaşan insanların bile serviste yanarak ölen serap'ı okuduklarında, vicdani öfkelerine kayıtsız kalamayarak acaba dedikleri doğru. açılımın doğru eksenler üzerine oturtulduğu da tartışmalı. ancak bu durumu salt bize özgü zannedip, bize özgü bir sonuca varmayan çözümlerle gelmek ya da çözüme giden her eli baltalamak olmuyor. dünyada farklı etnik grupların yaşadığı her yerde böyle sorunlar var. illa emsal aranıyorsa ispanya-eta, irlanda-ira ve sonuçlarını googlelayınız diyorum.


son olarak, birlik ve beraberlik içersinde yaşayan, yeri geldiğinde birbirine kenetlenen bir toplum olduğumuza inanmıyorum. biz birlik ve beraberlikten öte, YAYILMACI bir toplumuz. bu sadece, şimdiye kadar gördüğümüz tarih derslerinden çıkardığım bir varsayım değil. yayılmacı bir toplumuz her anda, bize neresi işaret edilse bu ister bir sorun, ister bir mekan olsun hemen yayılmacı politikalarımıza başlıyoruz. sanıyoruz ki biz yayıldıkça sorunlar ortadan kalkıyor, çünkü herkes bizi benimser ve ister hale geliyor. önce kendi kendimizi asimile ettiğimizden herkes için de ya bizdendir ya da bizim gibi olmalı diyoruz. gerçekten hangi gezegenden geliyoruz acaba? bu kendimize özgü yayılmacılığımızın, kelimenin bir de yan anlamından kaynaklanan bir boyutu var ki, madalyonun bir yüzünü oluşturmakta. biz her şeyimizi bir yayma, bir baştan savma yapma tutumu içersindeyiz. ciddi değiliz bir kere, bazı şeyler bu yaymacılığımızdan kemikleşmiş hale geldiğinde olması gereken de bu değil mi sanki dercesine bir havaya giriyoruz. neye mi dayanarak söylüyorum, bu kürt meselesi milli hislerimizi bir türkiyenin brezilyaya attığı goller kadar işgal edemiyordu. demek istediğimi yanlış anlamayın, basından değil kendimizden söz ediyorum bu soruna verdiğimiz değerden, kendi duyarlılığımızdan. duyarlılıktan kasıt şehitlerin kanları üzerinden yapılan tiratlar, gaza gelmeler değil. bülent ersoy'un oğlum olsa askere göndermem demesine karşın, harekete geçen milli zaaflar değil.

milli zaaflarımızın üstesinden gelebilirsek, bu mesele çözülebilir. daha fazla kimsenin ölmesine gerek kalmayabilir. sadece bizim milli zaaflarımızdan vazgeçmemiz yeterli değil karşı tarafın da aynı hassasiyet ve sorumluluğu taşıması gerekir, terör örgütüne prim yaptırmak, ele taş, sopa almak nefretlerimizi pekiştirir sadece. kürt sorunu baş gösterdiğinden itibaren ilk defa bir hükümetin buna yaklaşımı, bu sorunu kanla bir daha yıkayalım şeklinde değil. ister kürt olun, ister türk beğenirsiniz beğenmezsiniz, bu konuda kansız bir çözüm olarak atılmış bir adım var. niteliği tartışılabilir elbette ama görmezden gelinemez, görmezden gelemeyiz. çünkü yaşadığımız coğrafya buna müsait değil, ersin hoca'nın dediği gibi kabul edelim ki dedelerimiz ve onların dedeleri yerleşmek için dünyanın en kötü bölgesini seçmişler dört bir yanı etnik kökenlere, dine, ideolojiye bağlı sorunlarla çevrili bakınız balkanlar, kafkasya, orta doğu ve kendi içimiz.

4 Aralık 2009

no tag

sanırım mad men ben de çılgıncasına bir büro kadını olma isteği uyandırıyor. her şeye bu kadar kolay heveslenen biri olarak kendimden yer yer utanmalıyım galiba. gerçekten siyasete atılsam ilerde, tarihin gördüğü en dönek politikacı olurdum orası kesin. insanda hiç mi irade olmaz? yıllarca karşıma çıkan, herkesin benden çok düşünür olduğu geleceğim hakkındaki soruları külahına güvenen edayla "masa başı bir iş olmasın yeter" diye cevaplayan bendeniz çapı küçük haspa, bu gün yattığı yerden izlediği dizilere heves edip, sekreter olmak istiyor. hemi de sekreterlerin, "dünyanın en eski mesleğini" icra eden kadınlar gibi ifşa edildiği bir diziye kanarak. buradan herkesin içinde yatan bir orospu vardır gibi güzide amerikan deyişleri ile kendimi mi avutsam ne yapsam?

2 Aralık 2009

içimdeki holigan


bu gün 12 denen insanı ince hastalığa sürükleyecek otobüsün kuyruğunda uzatmaları ,1.5 saatlik orhanlı-kadıköy yolculuğunun mahmurluğu+sınav+4 saat ders ile oynarken, sıranın ortadan yarılıp, 20 dakikadır kapısı ve motor açık halde bizi bekleten otobüse dalmasıyla ufak bir boşalma yaşadım denebilir. sesimin en bas haliyle, sırayı bozanlara önce bağırmam ve sonra babanızın otobüsü mü lan diye azarlamam ve akabinde insanların bana katılıyoruz diyerek yol vermesi, bana sade bir vatandaş olduğum günlerin geride kaldığını anımsattı.