25 Aralık 2009

babam kandil, dedem çıra, işin yoksa beni ara

ailecek kronik bir baş ağrısı çekiyoruz. saat 10 demeden koltuk düzlemlerinden başlayarak, çeşitli pozisyonlarda dalma aşamalarından geçerek çarşaflarımızın serinliğine gömülüyoruz. belki havadan, belki yediğimiz içtiğimizden her ne halttan kaynaklanıyorsan artık, çık git baş ağrısı hayatımızdan. ne bi şey izleyebiliyorum ne de okuyabiliyorum senin yüzünden. ayrıca şu hayatta herhangi bir sektöre karşı, aktivist tavrım olacaksa, ilaç sektörü olur bu kesin. ben ilaçların bizi iyileştirdiğinden çok hasta ettiğine inanan, spam mail kaynağı bir insanım. zaten sabanciuniv.edu mailime de teee amerikalardan viagra menşeeli mailler geliyorsa, kader de pozisyon almamı beklemekte bence. viagra nedir yani, artık insanların mavi hap üzerinden espri bile yapmadığı yeni bir 10 milenyum yılına girmiyor muyuz? viagra ile kalsalar yine iyi i ve x harflerinin çeşitli harflerle kombinasyonundan oluşan birkaç zımbırtı mailleri daha atıyorlar, hayır nerden buluyorlar ki beni? ben ki hiç netten alışveriş yapmamış, hiçbir ilaca yan gözle bakmamış biriyim. okul adresini de kullanmam akademi dışı işlerde. kimse bu hain, tez zamanda ömrü boyunca viagraya mahkum olur inşallah, daha ne diyeyim. ama sinirleniyorum ama böyle işler yapanlara hakkaten.

durmaksızın this mortal coil dinlediğim şu günlerde, tanrı sizi yeniden yaratsa hangi yeni özelliği isterdiniz, sorusuna cevap bulmam hiç de zor değil. ben güzel bir ses isterdim. ama hakkaten güzel, insanda duyma, dinleme isteği yaratan bir ses. işte şu gruptaki kadının sesi gibi bir ses. hayatta en çok, çok güzel şarkı söyleyen insanlara gıpta ettim. bu bambaşka bir yetenek bence. dünyayla en büyük ve basit bağlantımız sesimiz ve onu duymak isteyen binlerce insan. bir başkası sizin gibi söyleyemez, okuyamaz. başka hiçbir şey bence ne yazı ne görüntü sesin yarattığı hissiyatı yaratamaz bu kadar kısa sürede ve bu kadar hedefi tutturan bir şekilde. neyse, bu şarkıları zor bulunan ve zırt pırt birileri tarafından coverlandığı için de orijinaline erişmek pek zor olan bu grubun şarkılarına benden daha çok ulaşırsanız, belki bana da selam edersiniz ha?

21 Aralık 2009

gün çoktan döndü buralarda.


"ve ben simsiyah bir gecenin koynunda yapayalnız bekliyorum, duyuyorum, görüyorum bir gün gelecek dönence biliyorum". eh barış abi sen psychedelic adammışsın sen. gece gece zihnim açıldı. o değil de gecemin coca cola ve bilimum sosyal politik meseler üzerine araştırma makaleleriyle ve türkiye'de farklı olmak adındaki -şahsı görüşüm ise, çok cımbızla seçilmiş değişkenli araştırma tadında-  kitap ödevimle şenlenmesi için de run like hell-pink floydu seçiyorum ve gazım kaçmadan uzuyorum.

 evet  evet ben de sizi seviyorum dostlarım.

17 Aralık 2009

çalışıyorsam varım


önümüzdeki çarşambayı da atlattıktan sonra, budhanın göbeğine oturabilirim. nirvana anlayışım da buraya kadar. vücudumda var olduklarını bildiğim kemik ve kaslarım kadar, var olduklarından bihaber olduğum kemiklerim, kaslarım da ağrıyor. allahım belki notre dam'ın yanımda dik duracağı günler yakındır,korkuyorum. bu gün turkish foreign policy sınavında; cevabında;  neden iran'daki nükleer program hakkında endişlenmiyoruz temalı bir soru vardı. sınavda yazdığım yetmedi. eve dönerken otobüste cam kenarına denk gelip, ayaklarımın kaloriferi keşfettiği anda yaşadığım tarifsiz mutluluk içersinde, iran'ın silahlarından niye korkmadığımı düşündüm. kendi kendime uluslararası ilişkiler kuramlarıyla yaklaşma dehşetine kapılmadım henüz. ama en çok prince of persia'yı düşündüm. ah ne güzel oyundu, deyip efkarlandım. en çok gitmek istediğim yerin iran olduğunu hatırladım ama günümüz iranını da persya zannettiğim günlerden kalan bir arzu ile. sonra iran'da taş üstünde taş, gözlerde de yaş( dramatik eda ile okuyunuz) bırakmadıklarını anımsadım. iran'a trenle gideceğim elbet, hatta ilk önce iran'a gideceğim bisikletleri ile dünyayı dolaşan gruplara takılacak, budha'nın göbeğinden selam edip, döneceğim. mezarıma da böyle yazınız.

13 Aralık 2009

tasolar ve gençlik

son günlerde gezindiğim bloglarda kemalettin tuğcu'ya sıkça rastlar oldum, herkes bir şekilde kıyısından köşesinden tutturmuş yazılarına. benimse aklıma iki gündür gülten dayıoğlu ve ölümsüz ece geliyor. 2. sınıftayken bilmem ne saatinde herkes sınıf kitaplığından bir kitap seçer ve dönem boyunca o kitabı o saatte okurdu. bir kitabı bitiren diğerine geçerdi. sınıf listesinin başlarında olmama rağmen nasılsa, kitaplıktaki en kalın kitap -ölümsüz ece olur kendisi- bana kalmıştı ki kesinlikle en kalını ben bitireyim de aferini kapayım gibi tasaları olan bir çocuk değildim. bir de sıra arkadaşım yusuf sürekli dalga geçerdi benimle bu kitabı okuduğum için. çünkü onun kitabı "aya seyahat"ti ve benimkinden hatrı sayılır derecede inceydi. ayrıca o kadar ufak puntoyla yazılmış ve beni o kadar çekmeyen bir kitaptı ki ölümsüz ece sırf yusuf'un ben 12. sayfadayken kendisinin 40 larda olması üzerine kurulu günlük kahkahalarından kurtulmak için, bir sonraki derste ben kitabı bitirdim diye gelmiştim. pek şeker olmayan öğretmenim de " aa ne çabuk okudun sen onu bakayım" derken çoktan "sözlü yaparım seni şimdi" diye bas bas bağıran tehditkar bakışlarını savurmaya başlamıştı. beni o zamanlar da kabusum olan, sınıfın ve kara tahtanın önüne çıkarmış ve beni yusuf'un hain ve merak dolu bakışları ile buluşturmuştu. kulaklarım cayır cayır yanarak -heyecanlandığım ve utandığım zaman hep böyle yapar kulaklarım-kitabın 12 sayfasını olabildiğince uzatarak ve kendimce bir son ekleyerek bir özet ortaya çıkarmıştım. o zamandan belliymiş sallamasyon odaklı akademik kariyerim. sonra öğretmenim olacak bu kadın bana bir soğuk aferin demiş, yerime geçerken kitaplığı işaret etmiş, yeni bir kitap almam için beni göz ucuyla itelemişti. hangi kitabı aldığımı hatırlamıyorum  muhtemelen eşantiyon türkiye gazetesi kitaplarından birine denk gelmişimdir ama o zaman kitaplığın en hip kitabı olan yeni yüzyıl gazetesinin verdiği lassie olmadığını hatırlıyorum. benim için hırs kelimesinin birebir anlamı olan yusuf da kitabı ondan önce bitirdiğim ve üstüne anlatıp aferin de aldığım için huysuzlanmış, yerime döndüğümde kendi bölgelerimizi ayıran sıra çizgisini baştan çizmişti.


he ne kadar aklıma takılsa da gidip ölümsüz eceyi alıp, okumayacağım, anlaşalım ilkokul çağım.  gülten dayıoğlu'nu görsem, fadiş hatrına selam dururum ama.

11 Aralık 2009

mevzuubahis

dün akşam habertürkte mehmet altan'lı bir tartışma programının birazına nail oldum. gündem tabiki kürt açılımı, 7 şehit ve dakika dakika güncellenen bursadaki maden göçüğüydü. laf akpnin kürt açılımını devam ettirip ettirmemesi gerektiğine geldi. sayın her şeye muhalefet baykal'ın metafor bezeli, bu iş hıyanet halini almıştır sözleri ve programın hemen sokaktaki nabzı ölçelim kısmı oldukça düşündürücü idi. baykal üzerinde düşünmeye gerek yok, ama sokaktaki herkes üzerinde düşünülmeli bence.


bjk atkılı bir kız, akpnin ülkeyi en başından itibaren kandırdığından girip, bu açılıma bir son verilmesini istiyordu. ardından kürtlerle diyaloga girilmesini, oturup anlaşılmasını, sorunların çözülmesi gerektiğine inanıyordu. bu elzem çift kişilikli fikirlerle donatılmış kızı anlayan varsa, beri gelsin.

bir genç ise, bu ülkede herkese ortak haklar verildiğini belirtip, bunlar nasıl herkes tarafından benimseniyorsa, kürt sorunu, doğu sorunu olarak görülmemeli, herkes tarafından ortak bi sorun olarak algılanmalı ve çözüm yollarına gidilmeli diyordu.

başka bir genç ise, son 7 şehidi anıp, insanların ölmesi, hangi taraftan olduğu farketmez bu sorunu çözmüyor aksine can almaya devam ediyor, dün ben de arkadaşımı askere uğurladım, yarın o da ölebilir, bir başka gün ben de ölebilirim. ama bunun kimseye faydası olmuyor diyerek sözlerini noktaladı.


son günlerde pkk tarafından yapılan eylemlerin iki toplum arasında gerilimi artırmaktan başka bir amacı olmadığı ortada. açılıma en sıcak yaklaşan insanların bile serviste yanarak ölen serap'ı okuduklarında, vicdani öfkelerine kayıtsız kalamayarak acaba dedikleri doğru. açılımın doğru eksenler üzerine oturtulduğu da tartışmalı. ancak bu durumu salt bize özgü zannedip, bize özgü bir sonuca varmayan çözümlerle gelmek ya da çözüme giden her eli baltalamak olmuyor. dünyada farklı etnik grupların yaşadığı her yerde böyle sorunlar var. illa emsal aranıyorsa ispanya-eta, irlanda-ira ve sonuçlarını googlelayınız diyorum.


son olarak, birlik ve beraberlik içersinde yaşayan, yeri geldiğinde birbirine kenetlenen bir toplum olduğumuza inanmıyorum. biz birlik ve beraberlikten öte, YAYILMACI bir toplumuz. bu sadece, şimdiye kadar gördüğümüz tarih derslerinden çıkardığım bir varsayım değil. yayılmacı bir toplumuz her anda, bize neresi işaret edilse bu ister bir sorun, ister bir mekan olsun hemen yayılmacı politikalarımıza başlıyoruz. sanıyoruz ki biz yayıldıkça sorunlar ortadan kalkıyor, çünkü herkes bizi benimser ve ister hale geliyor. önce kendi kendimizi asimile ettiğimizden herkes için de ya bizdendir ya da bizim gibi olmalı diyoruz. gerçekten hangi gezegenden geliyoruz acaba? bu kendimize özgü yayılmacılığımızın, kelimenin bir de yan anlamından kaynaklanan bir boyutu var ki, madalyonun bir yüzünü oluşturmakta. biz her şeyimizi bir yayma, bir baştan savma yapma tutumu içersindeyiz. ciddi değiliz bir kere, bazı şeyler bu yaymacılığımızdan kemikleşmiş hale geldiğinde olması gereken de bu değil mi sanki dercesine bir havaya giriyoruz. neye mi dayanarak söylüyorum, bu kürt meselesi milli hislerimizi bir türkiyenin brezilyaya attığı goller kadar işgal edemiyordu. demek istediğimi yanlış anlamayın, basından değil kendimizden söz ediyorum bu soruna verdiğimiz değerden, kendi duyarlılığımızdan. duyarlılıktan kasıt şehitlerin kanları üzerinden yapılan tiratlar, gaza gelmeler değil. bülent ersoy'un oğlum olsa askere göndermem demesine karşın, harekete geçen milli zaaflar değil.

milli zaaflarımızın üstesinden gelebilirsek, bu mesele çözülebilir. daha fazla kimsenin ölmesine gerek kalmayabilir. sadece bizim milli zaaflarımızdan vazgeçmemiz yeterli değil karşı tarafın da aynı hassasiyet ve sorumluluğu taşıması gerekir, terör örgütüne prim yaptırmak, ele taş, sopa almak nefretlerimizi pekiştirir sadece. kürt sorunu baş gösterdiğinden itibaren ilk defa bir hükümetin buna yaklaşımı, bu sorunu kanla bir daha yıkayalım şeklinde değil. ister kürt olun, ister türk beğenirsiniz beğenmezsiniz, bu konuda kansız bir çözüm olarak atılmış bir adım var. niteliği tartışılabilir elbette ama görmezden gelinemez, görmezden gelemeyiz. çünkü yaşadığımız coğrafya buna müsait değil, ersin hoca'nın dediği gibi kabul edelim ki dedelerimiz ve onların dedeleri yerleşmek için dünyanın en kötü bölgesini seçmişler dört bir yanı etnik kökenlere, dine, ideolojiye bağlı sorunlarla çevrili bakınız balkanlar, kafkasya, orta doğu ve kendi içimiz.

4 Aralık 2009

no tag

sanırım mad men ben de çılgıncasına bir büro kadını olma isteği uyandırıyor. her şeye bu kadar kolay heveslenen biri olarak kendimden yer yer utanmalıyım galiba. gerçekten siyasete atılsam ilerde, tarihin gördüğü en dönek politikacı olurdum orası kesin. insanda hiç mi irade olmaz? yıllarca karşıma çıkan, herkesin benden çok düşünür olduğu geleceğim hakkındaki soruları külahına güvenen edayla "masa başı bir iş olmasın yeter" diye cevaplayan bendeniz çapı küçük haspa, bu gün yattığı yerden izlediği dizilere heves edip, sekreter olmak istiyor. hemi de sekreterlerin, "dünyanın en eski mesleğini" icra eden kadınlar gibi ifşa edildiği bir diziye kanarak. buradan herkesin içinde yatan bir orospu vardır gibi güzide amerikan deyişleri ile kendimi mi avutsam ne yapsam?

2 Aralık 2009

içimdeki holigan


bu gün 12 denen insanı ince hastalığa sürükleyecek otobüsün kuyruğunda uzatmaları ,1.5 saatlik orhanlı-kadıköy yolculuğunun mahmurluğu+sınav+4 saat ders ile oynarken, sıranın ortadan yarılıp, 20 dakikadır kapısı ve motor açık halde bizi bekleten otobüse dalmasıyla ufak bir boşalma yaşadım denebilir. sesimin en bas haliyle, sırayı bozanlara önce bağırmam ve sonra babanızın otobüsü mü lan diye azarlamam ve akabinde insanların bana katılıyoruz diyerek yol vermesi, bana sade bir vatandaş olduğum günlerin geride kaldığını anımsattı.

29 Kasım 2009

I HAVE A DREAM!


tanrım, az önce fantazilerimin gerçeğe döküldüğü bir film izlemiş olabilirim. THE JANE AUSTEN BOOK CLUB adında. kitap kulübü fikrini seven ve destekleyen bir tek ben mi varım. biliyorum hepiniz okumayı seven genç dimağlarsınız, neden bir okuma kulübümüz olmasın ki. neden ateşli tartışmalara girip eğlenmeyelim. bir yazar seçsek ve her aya bir kitabını koyup, sonra bir yerde toplansak ve konuşsak, konuşsak ve her şeyi konuşsak, aramıza yeni insanlar katılsa, farklı fikirler duysak,. tamam burada o kadar çekici bir şekilde durmuyor, ama olabilir. neden olmasın ? tanrım, thomas more olmadığıma göre bu kadar ütopik bir fikir olamaz yani. jane austen konusunda ısrarcı da değilim her yazara açığım. yalnız şiir olmasın lütfen. sevgili okurlarım, neden fikrime ortak olmayasınız ki? ben bu davetin yüzde doksan olasılıkla tutmayacağına inanmama rağmen medeni cesaret misali olabiliyorsam bir kitap kulübüm de olabilir. I HAVE A DREAM!

sırf bu kadar şahane bir fotoğrafı bulup koymam hatrına  kitap kulübü oluşturmalısınız benimle. hiç değilse bu fikir hakkında yorum kutucuğunu boş bırakıp  kalbimi de kırmayın(:

27 Kasım 2009

hayatımda ilk kez bir bayramı ailemden ayrı geçiriyorum. anlamı bu sabah, hayatımda ilk kez birilerini iyi bayramlar demek için aradım. bu gibi detaylara nedense önem veriyorum, bir şeyi ilk kez, nasıl, kiminle, ne zaman yaptığımı genelde hatırlarım. hatırlamak için özel bir çaba göstermem, not almak falan gibi mesela. saçma bulurum böyle şeyleri. insan kendisi hatırlayamıyorsa, bir kenara yazmasının ne gibi bir önemi var ki, yeterince önemliyse senin için unutmazsın. gerçi unutmamak için de yazabilir insan. neyse kendi paradoksunu taşıyan bu gibi konuları tartışma girişiminde bulunmam.

buradan yıl dönümleri, doğum günleri ve miladi takvimin hayatımıza soktuğu kapitalist günlerin insanı olduğumu zannetmeyin. böyle şeyleri unutanların başında ben gelirim. en yakın arkadaşımın doğum gününü bilemeyebilirim, anneler gününü es geçebilirim. ama sorsalar, şunu nerden tanıyorsun, onu tanıdığım günkü kıyafetine kadar pek çok şey sıralayabilirim, hava durumu, bulunduğumuz ortamdaki diğer kişiler gibi çevresel faktörler dahil. zihnimin bu konuda neden bu kadar iyi çalıştığı konusunda çok da iyi bir fikrim yok. detayları hatırlama konusunda farkında olmadan sarfettiğim bir efor var. çoğu kez farkına varmadan, o kişiyle ilgili bir sürü şeyi aklımda tuttuğumu biliyorum. kişinin kim olduğunun bir önemi yok, bir kez gördüğüm biri de olabilir, yıllarca tanışık olduğum biri de. sadece insanlarla sınırlı değil bu özellik, bir kitabın, bir filmin, bir programın bile tahmin etmeyeceğiniz bir kısmı kalır benim aklımda. velhasıl detayların insanıyım, detaycıdan ziyade.

ancak her zaman, hatırladıklarımın yüzde yüz garantisini veremem. insanın zihni kendisine oyunlar oynayabilir. çünkü zihnimizin de karakterimize bağlı olarak şekillendiğine, geliştiğine inanırım. annem mesela, zeytin yağ gibi bir insan olduğundan, olayları hep kendi haklı çıkacağı şekilde hatırlar ve böyle olduğuna safi ve kati bir surette inanır. ben de detaylara takılıp kaldığımdan ve yalan kıvırmayı ustalıkla becerdiğimden aslında hayali bir detayı  birine ekleyebilirim belki. mind tricks. ama kim yapmıyor ki böyle şeyleri, işin doğası bu neticede.

postu gereksizce dolandırdıktan sonra aslında demek istediğimin şu olduğu kanaatine varıyorum: ey hayatımdan öylesine gelip geçen insanlar, yürüyüp gidenler, omuz atanlar, elimi tutanlar ben sandığınızdan daha çok hatırlıyorum sizi, adınızı bilmesem de, bazen bir hikayeden de tanısam sizi, her şeyin gelip geçici olarak dillendirildiği bir yerde herkes unutsa da, ben bir şekilde hatırlayacağım sizi. çünkü bazılarının da yapması gereken budur der, dramatik çıkışımı yapar giderim.

24 Kasım 2009

oldies but goldies

mad men sayesinde, içersine girdiğim nezle destekli, retro bunalım havamı biraz dağıtayım dedim. gerçekten bu retro olayında limit sizsiniz gibilerinden bir anlayış var, kendini ne kadar kaptırırsan bir o kadar daha istiyorsun, internet de buna başlıca ulaşma aracın. retro-emoya dönüşeceğim tanrım. 60lı yıllara dair en vikisinden, gayriciddisine sitelerde dolandım da durdum, kennedyler, barbieler, watergateler mi okumadım, nasıl 60lı yıllardan fırlamış gibi görünürsünüz sitelerinin aldatmacasına kanıp kendimi mi yapmadım. reklamları unutmayalım tabi, kendi gagımı sunmak için bir metnim eksikti önümde. lakin bu retro furyası içinde bir de gözüme çarpan hususlar vardı ki paylaşayım hemen.

şimdi 60lar için mad men var, 70ler için that 70s show var, 80ler için bu kalp seni unutur mu var. (yabancı olsun havam olsun çizgisinin dışına taşmak) böyle bir furya var dünyada 2000lere girdiğimiz yıllardan itibaren. dönemsel diziler, filmler falan. oysa 2000lerin vaadi öyle değildi dünyaya. 2000lerde dönüp geçmişi irdeleyip irdeleyip ordan malzeme çıkarmak olmamalıydı ortak hareket. 2000 aşırı fütüristik bir rakamdı takvimler için maarifinden tut, mayasına ordan hicrisine kadar. yok dünyanın sonu gelecek, deccal çıkıp gelecek, uzaya tatile gideceğiz, jetgiller gibi yaşayacağız fikirleri vardı. hatırlıyorum. sabah gazetesinin bir hafta sonu eki vardı. başlığı kocaman 2000'e 3 kala idi ve 2000lerden beklentiler sıralanıp gidiyordu yukarda saydıklarıma benzer şekilde. ama ne olduysa oldu bir back to the basics havası esmeye başladı ilk 10 yıl tamamlanırken. eski olan her şey moda, hip oldu. bit pazarına nur yağdı resmen. bir şikayetim yok bu durumdan. zaten ilkokulda kızlar arasında dolaşan anket defterlerindeki, seçme şansınız olsaydı gelecekte mi yaşamak isterdiniz yoksa geçmişte mi sorusuna ben hep geçmişte derdim büyük bir romantizmle.neyse.

bu furyanın pek çok sebebi olabilir, pek çok boyutu olabilir. neon ışıklardansa, duman altı klasik ışıkları tercih ederim takdir edersiniz ki. ama fukuyama gibi düşünmeden de edemiyorum, ya her fikrin, yaratıcılığın ve üretkenliğin sonuna gelmişsek. bundan sonra yeni olan hiçbir şeye vakıf olamayacaksak. sandıktan bulduğumuz parçaları üzerimizde kombinlemek pek yeniliğe girmiyor da literatürde.


mad men etkisinden sıyrılmak için x-men origins wolverine izleyip, eski bir dostu yad ediyorum. sırada watchmen var hell yess.

23 Kasım 2009

mad men make me smoke

okuyucuya sesleniş:  merhaba,

okuyucuya tavsiye: mad men izleyin

okuyucuya ders: mad men'in duman altı görüntüsü 8 bölümde sizi akciğer kanseri yapmaz, şu günlerde hem izlemeye başlayıp hem de öksürüyorsanız ve yakın bir tarihte grip de olmuşsanız bu sefer domuz gribine tutulmuş olabilirsiniz. keşke gideceğim doktor bu konudaki espri dolu hislerimi paylaşabileceğim bir insan olsaydı, ve muayene zeki esprilerimin getirdiği gürbüz kahkahalarla çınlasaydı. ama ne doktor ne de ben bu sahnenin insanları değiliz.

kendime ders: hakkaten zayıf bir bünyem ve ağır işleyen bir beynim var.

okuyucuya veda: kapat kapat perdeleri, bu komedi, oyun bitti.

foto kritik: ben işte böyleyken...

17 Kasım 2009

mavi ekran


birazdan tuvalete gidip hobbes, locke ve rousseau kusacağım. sonra içimden çıkan bu adamlarla oturup monopoly oynayacağım ve ve hepsini yeneceğim.

15 Kasım 2009

karma ve tarkan ve ateş etrafında oynaşan kurtlar

elimi çay buharı ile nasıl yaktım ve acılarla nasıl başa çıktım?

kendi bildim bileli bir yerlerimi mütemadiyen yakmadan duramıyorum ve hep salak hiçbir asaleti olmayan durumlardan dolayı yanık izlerim oluyor. biri sorsa yani şu parmakların üstündeki izler neden, yokki bir hikayem onları güzelleştiren. yanıklarıma göz atacak olursak;

- bebekken kolumu ultra bir salaklık emaresi ile sobanın içine sallamışım, sonuç sağ kolum dirseğime yanmış ama iz kalmamış.fotoğraflara bakıp anne benim kolumu neden sarmışlar diye sormamla hikayeye nazır olmuş idim.

-ezginin yeni doğduğu zamanlarda 4 yaşındayım, sobanın civarında oyuncak bebeğimin kafasından  şapkasını çıkarmak için çabaladım çabaladım sonuç sol elimdeki 4 parmak soba borusuna yapıştı. ikisini çektim ikisi kaldı, onları da yengem gelip çekti kömüre dönüşmeden, annem lohusa olduğu için imdada yetişmekte geç kalmış idi. parmaklarım yerinde neyseki.

-10 yaş civarı, elim ütüye çarpar ve sağ el üst kısım yanar.

- 10dan küçüğüm, çakmakla nasıl oynuyorsam baş parmağım yanar, şişer, şişer ve  2 baş parmak olur.

-13 yaş ocağın birden parlaması pis bir koku koldaki çizgi yanıklar ve yanmış tüyler, amacım gerçekten tüysüz kollara sahip olmak değildi bu arada.

-yaş 19, ağda ısınmış mı diye kontrol eden işaret parmağımın fazla ısınan ağdanın içine batması ve cayır cayır yanması.

-yaş 21, çaydanlığa uzanan elin vay sen misin uzanan, şeklinde tıslayan bir buharla yanması. ben çok yanmamıştır diye düşünürken şimdi serçe parmağımın içli içli sızlaması.

ölümlü dünyada bu kadar yanık bence diğer dünyada beni paklamalı. yoksa karma dediğimiz ne ola ki? belki de kader karşıma bir itfaiyeci çıkarmalı hohoh.

14 Kasım 2009

Aliyy-ül A'la

           

bloga koyduğum tek video. var yani bir kerameti. bakmadan geçmeyin.

13 Kasım 2009

kedersiz tren, plastik vagon



yer tunusbağı caddesi. yansıma paşakapısı cezaevi. telefonum yanımdaymış iyiki. gerzek mp3ümü servise verip dönerken sene 2008 nisan olsa gerek.

12 Kasım 2009

konserve hayat

çok yağmur yağdığı için okula gitmekten vazgeçtim. bunu da dolabın üst kısmından çizmelerimi yağmurda giyerim diye binbir güçlükle çıkardıktan ve dolabın içindeki ayakkabı yığınını yere düşürdükten sonra yaptım. dün de turkish politics dersi arasında sedat peker diyeceğime sedat yalçın dedim zaten ve sedat yalçını, sıcak saatleri izlememiş evrendeki tek türk gencine açıkladım. o da bana bi de  memoli vardı, şimdi ara sokaklar var dedi. bir de sunum yaptım, sahnedeki tek atraksiyonum olan azer bülbül shaking hamlesini de gerçekleştirdim. ellerim gerçekten yoksunluk belirtisi gösteriyorlardı. 


jetgillerdelki rozyi hatırlıyor musunuz işte ben ondan istiyorum. üstüme kalan desperate evkızlığından beni bir tek o kurtarabilir, sonra gidip başka robotlara da aşık olabilir, oluyordu zaten değil mi, hüzünlencem şimdi çavzz.

1 Kasım 2009

çavdar tarlasında bir simyacı

osmanlı tarihi ve demokrasi geçişimizden bitap düşmüş durumdayım. osmanlının varlığından ilk kaçıncı sınıfta haberdar olduk hatırlamıyorum ama işte o sınıftan beri istisnasız osmanlı ve cumhuriyet tarihi gördüm, gördük sektirmeden. yani yarın bir savaşa falan girsek, ayın mayıs olmamasına aldırmadan beşiktaş motoruna atlayacak, kaptan istikamet anadolu diyeceğim, geri kalan  kısmı da amasya belgesi, kongreler, tbmm kurmak sektirmeden yerine getireceğim. halihazırda bir tbmmiz olması sorun değil, çünkü benim yıllardır benimsediğim tek savaş yöntemi bu, her şeyi ona göre yapacağım. kadınlarımıza sırtlarında kurşun taşıtacak, bıyıkları terlemeye başlamış her delikanlıyı, eli silahı geçiniz, sopa tutanı er meydanına yollayacağım. yurdu demir ağlarla örecek, herkese akbil dağıtacağım. başkenti istanbul yapacağım ama. dolmabahçe dururken çankaya da neymiş. ugg devrimi yapacak, bebesinden yaşlısına, kadından erkeğine herkesin ayağında göreceğim. acun ılıcalıyı halkın ingilizce öğrenmesinden ve yabancılarla kaynaşmadan sorumlu bakan yapacak, türkü her milletin dostu yapacağım. 0 bedeni tedavülden kaldıracak, bahsedeni pilates topuna çevireceğim. sevişme sahnesi içermeyen hiçbir diziyi, filmi yayınlatmayacak abaza nüfusumuzu azaltacağım. youtubeu, last fmi kapatan ve kapattıranların seks kasetlerini alkıslarlayasiyorum.com a koyacağım. ha bir de ister düğün ister doğum günü ister cumhuriyet olsun, her pastadan ben çıkacağım.


bir daha osmanlı ve post-osmanlı okumayacağım, çalışmayacağım söz.

29 Ekim 2009

çarşaf davası

sokakığımızdaki cumhuriyet coşkusu kendi faşizmini doğuruyor gibi. sanırsınız ki cumhuriyet düğünü var. çamaşır gibi asılan bayrak ve atatürk resimlerinin yanı sıra  10 metrelik bayraklar ve kırmızı beyaz kurdeleler. tabi olağan karşılamak lazım, ülkeyi bittabi satan hükümetin ve açılımın olduğu şu zamanda. ama yakalanan tandansın haydi feysbukla türkün gücünü dünyaya gösterelimden öte izzet yıldızhanla bayrak şova dönüşmesini esefle izliyorum. hiçbir zaman milli duyguların insanı olamadığım bir gerçek,ama kürt asamıyorsakbayrak asalım zihniyetinden rahatsız olduğum kadar, daha düne kadar silahlarıyla birilerini ortadan kaldıran insanların da coşkusuyla karşılanmasından, vadedilmiş topraklara indik havasından rahatsızım. politik çarşafım budur, burdan yakalım.

25 Ekim 2009

tamburi alfred efendi


masanın başında bağdaş kurmuş oturuyorum. gezdiğim bloglardan kafam bulanmış bir şekilde kendi bloguma dönüyor ben de yazacak bir şeyler bulmak istiyorum. ama beyaz kutu içersine döktürebilidiklerim yalnızca son 60 saniye içersinde yaptıklarım. fondaki müzik ise çamaşır makinesinin dönme hareketinden kaynaklanan periyodik bir su ve çalkalanma sesi. vakitsiz bir zamanda çamaşır yıkadığımın farkındayım. aslında şu anda yapmam gereken, önümde duran siyah tükenmezle çalakalem yazılmış röportaj notlarını zenginleştirerek ingilizceye çevirmek. eray ve veyselin anne babasına dair çok fazla bilgi edinmiş durumundayım. ondan sonra da homer kitabevinde yaptığım 1,5 saatlik gözlemimi detaylı bir şekilde temize geçmeliyim. ama benim niyetim 8dekini kaçırdığım için 1 deki merlini izlemek. niyetim bozukki benim. hem insana şevk lazım ama bende yok. keşke blok flütten daha komplike bir müzik aleti çalabilseydim mesela yan flütüm olsaydı aslında tamburum olsun isterdim ya da kanun. of seçmek çok zor. iyisi mi gitarım olsaydı diye odaklanayım hem hayali hem de kitlelere ulaşmak daha kolay öyle. offf.

19 Ekim 2009

neredeyse.

annem bavulunu kapatmaya hazırlanıyor. ama bu demek değil ki orhan pamuk'un babamın bavulu konseptli bir yazı okumak üzeresiniz, hayır, çünkü bu yıl da nobeli alamadım, artık, yaşar kemal ile ıslatmaya giderim bunu. neyse. yaşar kemal'le görüşmek harikulade olabilirdi  ama. annem, almanyaya gidiyor. ailenin bu gurbetle olan bağlantısı artık bıkkınlık veriyor, sevgili akrabalarım, artık dönün memleketinize ki benim de aklım kalmasın annemde.

dedem de bu akşam düşüyor memleket yollarına. giden gidene yani. hazan mevsiminden girip, martılara sardırıp sedat yalçın felsefesi koyabilirim ortaya o derece. birilerinin gitmesi kadar can sıkıntısı yaratan bir şey yok. mutsuz değilken, öyle olmalıymışım gibi hissetmekten de nefret ediyorum, olmalıymış gibi geliyor çünkü midemin üst kısmında böyle anlarda ortaya çıkan boğazdaki düğüm benzeri ağırlık, yaşamdan yeterince soğutabiliyor insanı.

bu günkü okuldaki çalışma bursu mülakatım da başarısızlıkla sonuçlandı. fail-fail. ayrıca oturup ödev yapmamız gereken partnerim de tüm girişimlerimi üstün bir başarı ile savşturuyor gibi. bir ödev de ancak bu kadar berbat olabilirdi. pess. ileri tuşuna basıp kendimi 1 ay sonrasına alabilir miyiz, lütfen lütfen?

tabi iyi haberlerim de var, mesela her yıl bir yenisini eklediğim ama devamını getirmediğim kulüp aktivetelerim gibi. bu yıl da cinskulübe girdim. toplumsal cinsiyet, kadın hakları, cinsel taciz konularına eğilen kulüp aslında pek beklediğim gibi çıkmadı. daha bir eşcinsellik ve toplumun bu konudaki yaralarına  bizzat eşcinsel olarak eğiliyorlar. bunu beklemem gerekirdi aslında, oraya giden insanların sırf benim gibi safi bir merak dışında amaçları olmasından daha doğal ne olabilirdi? neyse bu vesileyle hayatımda ilk kez bir pazar akşamını çoğunluğunu eşcinsellerin oluşturduğu bir grupla geçirdim. baya da iyi vakit geçirdim denebilir. insanların bu kadar açık olmaları güzel bir şey ve sanırım eşcinsellerin çoğu gerçekten eğlenceli kişilikler. önyargılardan kurtulmak zor olsa da en azından hiç yargılamamayı deneyimleyebiliyior insan. kulübe ne kadar devam edeceğim bakalım. basic düzeydeki homotik saptamalarımı da aktardıktan sonra aranızdan ayrılıyorum dostlarım.

10 Ekim 2009

fashionable.

şablonu yeniledim evet. 10 yıllık evlilikten sonra yeni saç rengini modelini  farkedilmeyen kadının, kocasının gözüne sokmaya çalıştığı gibi de söylüyorum evet. neden, buzdolabından çıkan mandalinamın ılımasını bekliyorum çünkü. ve bu bekleyiş beni varlığımın nedenlerini sorgulamaya itiyor, isyanlara sürüklüyor ama olmayan sesim de çıkmıyor zaten neyse.

atilla dorsay bu gün, son yıllarda yerli ve yabancı basında okudukları gösteriyormuş ki artık ne kadar çok saçmalarsanız o kadar çok tutuluyormuşsunuz. bunu da zaman yolcusunun karısı adlı filme şey ederek söylemiş. ve fountain'dan bile saçma bir film olduğunu hatta onun bunun yanında başyapıt kalacağını falan yazmış. şimdi şöyle ki atilla dorsay, aklıma iki yıl önce indirdiğim ama izlemediğim filmi getirdi bu gece izleyeceğim fountain. bir de mazi yarası filmine bir eleştiri yazmış, yönetmenini tanıdığı ahbabı olduğu belli. adam göçmüş gitmiş, toprağı bol olsun da film için bu sefer de olmamış demiş. tamam bir meslek etiği benimsenmiş olabilir, sanata saygı almış başını gitmiş olabilir ama bence friendship comes first olmalı artık. bu filme taş çatlasa 3-5bin kişinin gideceği belli bi gidin görün bu adam ne çekmiş merak edin diye yazıversin ki adamcağız mezarında ters dönmesin.  OLMAMIŞ ne demek. insaf yani.  bence emeğe saygı böyle olmalı biraz da.
                                                                                                                                                 
filmin yönetmeni hakkında zerre bilgim yok belki zamanında iyi film çekmiştir, övülmüştür googlelayın. gerçi atilla dorsay da görüşlerine saygı duyulası biri. ben de benimkini bildiriyorum ve ölmek üzereyseniz ya da ölmüşseniz insanlar birden sizi umursamaya başlar sözünü ispat etmeye çalışırcasına da bunu yazıyorum. öff.


9 Ekim 2009

parasetomol days.

burnum ve sevgili akciğerlerim pazartesi gününden itibaren okulda salgın boyutuna ulaşan gribin öksürük ve sümük dalgası altındalar. burnum solaryuma girmiş gibi görünüyor ve gerçekten bir veremlinin yanımda haline şükredeceği kadar öksürüyorum. sesim de 900lü hatlara layık bir biçimde seksi ayrıca.

dedem bizde ve beni 10 dakika arayla görmüş de olsa nasıl oldun diye sorup duruyor. ama ne yazıkki parasetomol pek yardımcı olmuyor cevaplar konusunda. iki günde 3. baskıya ulaşan hikayelerini de anlatsa, sevimliliğini asla kaybetmeyen bir dedem var.

bütün şuruplar berbat ve hiçbir hap griple savaşma konusunda göründüğü kadar cesur değil.

5 Ekim 2009

g-ü-n-a-y-d-ı-n restoran

daha 1 saat uyuyabilecekken uyuyamanın hüznü var yastığımda blog. boğazım gıcıklanıyor, hasta olacağım çünkü. hiç pastilimiz yok oysa ve yol üzerinde şu saatte pastil alabileceğim bir yer de yokk. ntvnin sitesinde hava durumu için undefined yazması da ayrı bir sbah afyonu. pazartesi sendromunun sapına kadar çörekleneceği şimdiden belli bu sabahta ben de madem uyandım ispanyolca ödevimi yapayım bari dedim. sabahın köründe, martanın kocası brunonun günlük işlerini yazdım. o kadar monoton bir hayat yazdım ki brunoyo, marta oğulları hugoyu alıp onu terketse yeridir. sabah sabah aile parçaladım hemi de ispanyol olanından. buradan adı jose ile başlayan yapımcılara selam eder, senaryo kabataslağı olabilecek ödevimi dizi yapıp tez zamanda starda yayınlamalarını temenni ederim. öptüms.

4 Ekim 2009

paragrafsızlığın hükmü

hellöğ,

dün gece yatmadan önce the fallu izledim ve hemen uyudum. hiçbir şey olmadı. biraz hd rüyalar görmeyi beklemiştim oysa. film için konu neyse de lakin, amma güzel görüntülerdi vesselam. sakalım olsa keserdim yani. ama aklıma baraka da geldi çamurdan adamların ritüellerini izlerken. bariz o sahne kopyalanmış idi. farkettim tabiğ, rica ederim. diğer diğer yandan, okul hiç de harika değil, okunacak çok şey var. o kadar çok ders aldım ki en sonunda siyaset konusunda tamamiyle kültürlenip tüm solcu ve sağcılara ağzının payını verebileceğim, bunun için okul bitiriyorum yani bılog. daha kutsal bir amaca hizmet eden? o kadar işte.

hayat kısa, cümleler uzun ne yapalım yani?

28 Eylül 2009

i hate school mornings.


başlıktan anlaşılacağı üzere yeteri kadar yayılamadığım bir yazı kapamanın hüznü tüm iliklerime dolmuş vaziyette. oysa tv karşısında şişmanlamak ve örgü örmek istiyordum daha. artık otobüste bir şehir sosyolojisi konseptli okul yollarında suburbanlarda indie müzikler dinleyerek bir kış daha geçiririm. daha ne olsun.

21 Eylül 2009

dönmedolap merakı

günaydın ve günaydın bayram ziyaretçileri,


bu kasvet ve ziyaret dolu sabaha hayatıma züperzonik rüyalarıma bir yenisini daha ekleyerek başladım. tuhaflığı, gerçeğe uygunluğundan kaynaklanmakta olan bu rüyamda kendisini okumam diyecek kadar okumuş olduğum bir hanım gazeticinin annesini gördüm. kadın beni bir kafeye davet etmiş, kızının basında nasıl yanlış anlaşıldığından bana dert yanıyor ve aslında ne kadar yetenekli ve akıllı bir kızı olduğundan söz ederken lafı kendisine getiriyor ve kızı için hayatında yaptığı fedakarlıkları bir bir anlatıyordu. manen ve maddiyaten hiç bir bağımın ve sempatimin olmadığı bu anne-kızın rüyama ne halt etmeye geldiklerini hala anlamış değilim ama rüya mesajının kıçını örtten  daha anlamlı olduğuna inanmalı mıyım blog ha?

rüyalardan arta kalan zamanımı mikrodalga fırında kek yapmak ve ev usulü süt köpüklü amerikan usulü kahveler hazırlamak gibi deneysel mutfak işleri ve bayram harçlıkları toplamak vee wall e gibi sevimli sevimli  harika filmler izleyerek geçiriyorum. (bayramın kutlu olsun pixar ^^)

aynı tandanslı postlar göndererek monotonluğun tavan yaptığı bir başka postun sonuna geldik blog.bayram harçlığının bereketi üzerinize olsun ziyaretçiler ailesi. çavçav

16 Eylül 2009

siyah kemik gözlüğün dramı

kimse bloggera ulaşamıyorken yazmak garip kaçsa da yazacağım blog. bu günler de geride kalacak zira.  yeni hayatı bitirdim sonunda. en sevdiğim orhan pamuk kitabı mıydı, olmayacak sanırım. yer yer iyi olabilir ama sarmayan ve gitmeyen ama gider gibi yapan kitaplardan. bir tasvir sever okur olarak, selamımı çakıyorum tabiki ama gerek konu gerek anlatım itibariyle çok daha iyi kitapları olduğu da bir gerçek neyse.  sığ kitap eleştirilerinde bulunmak kimseye prim kazandırmıyor. ama blog, yeniden bozkırkurduna başladım ve inanıyorum cumaya bitecek bu sefer ben de gözümün önünden kaldıracağım nihayet onu.

monster house adlı korkunç bir animasyon da izledikten sonra rtükü arayasım falan geldi. şişman -tamam obez sınıfına da girebilir- kadını korkunç bir şekilde karakterize edip sonra masum yavrularımızın beyinlerine empoze eden stüdyolar rtükün kafasına oturabilirdi gerçi ama cidden kötü kötü bir filmdi. şrek ve fiona güzele güzel çirkine çirkin  kisvesi altında davul bile dengi dengine çalar sevgi dolu mesajı daha anlamlı olabilirmiş yani.

kitap ve film eleştirilerinde kendi çapından bulunan yazımın sonuna geliyor yapacak işleri olmayanlara derin uykular, killer dreams diyorum.

diptengelennot: biliyorum translate.google en sevdiğiniz fransızca öğretmeni ama yol gösterici olmalıyım değil mi, ressam: rene magritte

13 Eylül 2009

sandık lekesi

bir sandık var evde, pek sık ziyaret edilmeyen köşelerde yaşayan.  lekelenmiş örtüler, el işleri, yazmalar ve miadı dolmuş gerçek adlarını bilmediğim bir sürü eşya dolu bir sandık. annemin kuzeni cemil, kendisi bizzat oyup hediye etmiş bu yer yer çizilmiş aşınmış sandığı. içindekileri de anneannem, onun terzisi, oyacı, nakışçı yapmışlar. kimi para karşılığında, kimi mürüvvet karşılığında doldurmuş sandığın içini. zaman tümünün üstüne izini bırakmış, gerçek sahiplerinin izi silinsin de gelinden geline el değiştirirken gönül koyan olmasın diye. ama aslında her eşya, kendisine değen her elle bir öncekinin izini yok ediyor, kişiliğini yok ediyor. ne bir oyalı yazma hoş duruyor boyunda, ne bir bohça hitap ediyor bir sehpa üstüne. bir şamdan bile taşımıyor ustasının hünerini, neon ışıklar üstüne düşerken. 

zamanını yitiren, yerini de yitiriyor. geriye kalan kaybolmuş bir anlamla, onu diriltmek için beyhude bir çaba.

10 Eylül 2009

ben vs ben

televizyon ile bütünleşik yaşamımda huzuru buldum mu? yorumsuz. belki gerçeği paylaşmaktan çekiniyor olabilirdim aptal biri olduğumu düşünmenizden çekinerek, hatta izlediğim programların affına bile sığınabilirdim huzurunuzda. ama ben bu kompleksin üstünden 9 yaşında gelmiş biriyim. televizyon izlememe terör örgütüne katılıyorummuşcasına karşı çıkan bir annenin baskısı altında büyüdüm ben. kendi baskısı yetmiyormuşcasına çevremdekilerin de üzerimde televizyon kötüdür izlenmez hegamonyasını kurmalarının sadık ve şaşmaz bir neferiydi annem. sadece bu gün 71 yaşında olan derin tsubasa bilgisi olan dedem bu baskının işlemediği tek ademoğluydu. annemin çocuklar için olan tv düşmanlığı, sınırları zorlayan bir boyuta gelmiş bana bir pazar günü olsun parliament sineması izlettirmemiş olan bu kadın, o zamanlar ki çocuk doktorumun -kendisi de meyilliymiş demekki- benimle tv üzerine konuşmasını sağlamış idi. bir çeşit prof olan bu kadın doktor bana tv için şahane bir tanım olan -aptal kutusu- demişti. sonrasında 9 yaşındaki bana biz doktorlar su çiçeği çıkaran çocuklar için ne deriz bilir misin demiş ben de yıldız haritası mı deyince, şaşırmış nerden biliyorsun deyince de şıp diye televizyonda söylediler demiştim. aslında daha önce su çiçeği çıkardığımda başka bir doktor bu espri gibi görünen söz öbeğini belleğime işlemişti. ama her zaman kendim gerek gördüğüm ölçüde dürüst olan biri olduğum için bu fırsatı hayatta kaçıramazdım değil mi?

televizyonla olan bağımı bu kadar gerilere götürmek her ne kadar bir flashback fantazisi olsa da, sinemacıların bu kadar ekmeğini yediği bir şeyi ben neden kullanmayayım ha? (günlük yazma malzeme sıkıntılarımı, geçmişten tedarik etmekle zerre alakası yok aslında eheh) digitürkle artan film kültürüm, bana emir kusturicanın gün geçtikçe kötü filmler çektiğini, julianne moore'un artık gerilim filmleriyle baydığını, seven years in tibet gibi ada sahip filmlerin kof olacağını, robert de nirolu ilginç bir frankenstein uyarlaması olduğunu, ingilizce konuşabilen türk oyuncu diye bir şey olmadığını(bkz: internette av 2) tom tykwer in gerçekten iyi ötesi filmler çektiği (bknz: heaven, hatırlatmak adına lola rennt) , kevin spaceyi gün geçtikçe daha da seveceğimizi (bkz: the life of david gale), running with scissorsun bir royal tenenbaums kalitesinde olduğunu paylaşmayı gerektirdi.

film izlemediğim zamanlarda nigella'dan pratik lezzetler, banyomu yenile, girls of the playboy mansion, so you think you can dance, bir klasik olan ER, zaman zaman us open, denk gelirse balinaların şarkı söyledikleri belgeseller, hatta bir amerikan futbolu maçı bile izliyorum. bu kervana sokağımızda çekilen yaprak dökümü de eklendi. boş yere dizi çekimi izleyen meraklı balkon kuşu da olabiliyorum ama haftada 1 gün. demeden edemezdim, neyse uzun lafın kısası çavmav işte.

o değilde meryl streep kendisiyle anılan bir başyapıtta oynamadığından yakınıyormuş, iyi bir oyuncuymuş ama iyi olmaktan öteye gitmeyen filmlerde oynamış hep. şöyle bir guguk kuşu, godfather, raging bull hasreti çekiyormuş. bir insan evladı çıksın da kurtarsın şu muzdarip kadını lütfen!

17 Ağustos 2009

kahve altı itirafları

nescafe mi yazsak neskafe mi yazsak kararsız kaldığım şu akşamda, aylar denecek belki yıllara dönüşecek bir zamandır kahve içmediğimi görüyorum. bu istemsiz alışkanlık-terk etmenin mevsim normallerine döndüğüm zaman geri bana döneceğine inanıyorum.

günün anlamının ve öneminin izinden gidecek olursak, bugün spor salonunda biri şişman ve sarı saçlı, diğeri bir deri bir kemikten daha yukarı bir sıfatı hakketmeyen ve esmer iki kız beliriverdi. mide kaslarını geliştirdiğini iddia eden bir aletin üzerinde gelişen mide kaslarımın daha çok yemek yememe sebep olacağını düşünerek bu kızları incelerken, onları tanıdım. ortaokulda yan sınıfın öğrencileri idiler. ve puslu bir anı aniden zihnimde canlandı. bu yan sınıfa karşı oynanan bir voleybol- zaten sevmediğim bir spor- maçından sonra takımdan itinayla gönderilmiştim ve bir jübile bile yapmadan voleybol kariyerim bitivermişti. ellerimin gerzek ve bir o kadar da sert bir top yüzünden morarması gururumun her ne kadar önünde seyretmiş olsa da, bilinçaltımın bir yerine takım psikolojisi denen olayı atmışım ki bu gün o zamanlar takım yıldızı olan bu iki kızdan bu gün fiziksel olarak önde olduğumu görerek belli belirsiz bir tatmini resmen yaşadım. gözlerindeki bakış, soğuk yenen zeytinyağlılar ve sabırlı derviş gibi kelamları aklıma getirse de, bilinçaltımın benden daha neler sakladığını düşünmemeye çalışarak, yola devam ettim dostlarım...

4 Ağustos 2009

day destroys the night, night divides the day

trtde bir zamanlar kuzenlerim isimli bir dizi yayınlanır idi. kızlardan birinin adı da şeref idi. her ne kadar aile ağacımıza şeref isimli biri eklenmemişse de döndüğümden beri kuzenlerim ile iç içe yeni uyarlamalara koşmaktayım. evdeki misafir populasyon grafiğini kalp krizi geçiren bir kalp ekosuna benzeterek tıbbi teşbihlerde bulunma yeteneğimi gizlemeyeyim diyorum.

yurt dışından gelen akrabalarla alışverişe çıkmayı, cebi delik türk gençlerine yasaklanmalı kesinlikle. kanun altında korunmaya alınmalıyız. resmen alışverişte ev sahibi ülke olarak gözünüz dönüyor ve 10 mango kaplanı gücünde bir kadın kesiliyorsunuz. ayıp yani. ucuza gördüğüm her şeyi alma durumunu ice age3 te verilen 3d gözlüklerini hacılamaya kadar vardırdım. keşke evde 3d yayın yapan kanallar olsa da eceye hava atsam. ice age demişken çocuk filmlerindeki belden aşağıya koşan esprileri kaldırmak gibi toplumsal açılımlar yapma peşine düşeceğim ilelebet.

sonunda spora başladım. hayatımda ilk kez bir koşu bandı ilerlemeyen bir bisiklet kullandım desem yeridir. ama rihanna ve david vendetta adaptasyon sürecimi hızlandırıyor gerçekten...

the world is not enough

gördüğümüz kadarını bilirdik değil mi?

jamesnachtwey.com

27 Temmuz 2009

kapımdaki düşman

evi saran misafir istilasından staja ve büyükbabama sığınıyorum.

büyükbabam da digitürk var, thank god!

yolculuk esnasında alınan pişmaniyeler de dibe vurdu sonunda...

4 Temmuz 2009

gidiyorum gündüz gece

şu postu yazdıktan 7 saat sonra yola çıkacağız. 10 dakikalık yol süresinde dalabilmeyi başaran şahsımın 3 saat üzerinde seyreden yolculuklarda hüsrana uğraması neticesinde vaktimi hareket saatine kadar sims3 oynamakla geçireceğim. böylece tavan yapan uykusuzluğum sayesinde dalabileceğim ve yolculuklarda deliksiz uyuyan o insanlardan olacağım hey hey. stajımın yeni stajyerlerle neşelendiği şu günlerde bölünmesi beni hüzünlere gark ediyor. ben döndüğümde onlar gitmiş olacak çünkü ve ben ilk görüşte içimi karartacak kızlarla staja devam mode on da olacağım. o yüzden ebru,çağıl ve murata buradan selamlar ederim.
çanta toplamak dünyanın 3 numaralı sıkıcı işi olsa gerek. aklımda kalacağıma çantamda kalsın mottosunu bana bir çanakkale gezisinden önce aşılayan goncaya bu süreci kolaylaştırdığı için teşekkürü bir borç bilirim.
sims beni çağırıyor degg degg.

30 Haziran 2009

yeni kayıt

ofis işlerinin fiziksel yan etkilerini acı ile tecrübe ediyorum. ve hayatımın geri kalanında ofis ağrıları çekenleri ilgiyke dinleyip vah vah diyeceğime söz veriyorum. bu naçiz vaadimden sonra insanoğlunun tatil benimse dikili dediğim birtakım denizsel ve malaksal ve tabiki ailesel aktiviteye hangi kitapları götürmeliyimin derdine düşeceğim. sanırım her yaz okurmuş gibi görünüp ama bir türlü okumadığım bozkır kurdu bir demirbaş olarak çantada kendine yer bulacak. acaba bu sefer bitirecek miyim heyecanı şimdiden sardı dört bir yanımı şimdiden bak. bu sefer ipod almayacağım, çünkü hep bir yerde unuttuğum ya da kaybettiğim sanrısıyla boğuşmak zorunda kalıyorum. onun yerine cep telefonu kulaklığını alıp, yunan radyoları dinleyeceğim. kaybetsem de üzülmeyeceğim tek eşyam o çünkü ve fedon görünümlü yunan musikisi, kalbimi de çalamaz esasen.

tüm bu gereksizliklerin yanı sıra sapık gibi sims 3 oynayıp karakterimi bones dizisinin başrolündeki kadın yapmam ve kariyerini de bir sokak çalgıcısı ve kleptoman olarak şekillendirmem parmak uçlarımdaki kudret değildir de nedir, sorarım. ve gereksiz postumu okumuş olmanın hüznü ile sizi baş başa bırakırım.

17 Haziran 2009

fikrimin ince stajı

tatil anlayışımı yerle bir eden staj ve mutluluk konu başlıklı günlerimin yıldızıyım adeta. henüz acemi ötesi bir eleman olmanın ezikliğini damarlarımda hissediyor olsam da gönülsüz gönüllülüğümün(kaç harf oldu orda öyle) yeni endorfin kaynakları oluşturacağını asla kestiremezdim. yaptığım iş angarya ötesi bir anket ayıklama işi de olsa, 2 günde dünyanın en hızlı anketokur-gruplar kıvamına yaklaşmış olabilirim. üstelik cevapları okuyarak. çocukların anket sonlarındaki, katıldığınız için teşekkürler ibaresinin altına bizzat "asıl ben teşekkür ederim" yazmaları gibi küçük şeylere sevinir oldum, resmen emeğime değer veriyorlarmış gibi üstüme alınıyorum. yardımlaşma ve sosyal adalet gibi konuların içinde aktif bir özne olmayı hiçbir zaman bir araç ve amaç haline getirmeyi bizzat talep etmesem de bu konudaki pasif yapımın bir gurup velet tarafından çatırdaltılması ve çalıştığım yerin mavi atlas altındaki yeşil örtü, kuş cıvıltıları ve iyilik timsali hoş sohbetli insanlarla süslenmesi ve nihayet bir işe yarıyor olmanın verdiği haz itibariyle, nazarlarınızdan sakınarak(hah) asık ifademi geride bırakacağım günlere gidiyorum. adios amigos!

13 Haziran 2009

üfür püfür püfür

bir vantilatörüm olsa hayat daha güzel olabilirdi. kedi bile değil istediğim, vantilatör. küçükken babam bir tane vermişti 15 cm yarıçapında, dönmeyen. hala dönmüyor.

finallerin dayanılmaz ağırlığı üstümden gittiği için kına yakacağım gerçekten. ama yazı da hiç sevmiyorum yahu ben. sıcaklara alerjim var, sürekli kırmızı bir surat da alameti farikam yazları. hiç hoş değil. stajımın pazartesi başlıyor olması da ayrı bir hüzün. okul bitince hızla askere alınan gencolar gibiyim. off.

dediğim gibi bir vantilatörüm olsa hayat daha güzel olabilirdi.

11 Haziran 2009

ne bileyim ben

sen de yaz yaz bi kenara yaz, temalı blog furyasından merabalar. yazıya deep purpleın türkçe karşılığı olmaya nazır ya da olmuş grubumuzdan bir dize ile başlamam, yazılara şarkı başlığı verme akımının bir alt kategorisi olabilir. ne bileyim ben. aslında türk rock gruplarını ya da kişilerini cool bulmayangillerden değilim, sadece yeterince güzel şarkılar yapmıyorlar kabul edelim. o yüzden ipodumda neden yasemin morinin hiç dinlemediğim şarkılarını bulunduruyorum, açıklayamıyorum. son zamanlarda hiçbir şeyi açıklayamıyorum zaten ya da her şeyin açıklanmadan sonsuza kadar bir bir bilinmeyenli denklem kadar gizemli durmalarını istiyorum en azından. ne bileyim ben. ihtiyaç anında beliveren parlak bir zeka olamamanın verdiği ağırlık ve zincirleme isim tamlamasında zorlanabilecek sınırlar.

3 Haziran 2009

bana cefa ediyorlar, bilmem nedendir

annemle kayıp bir ayakkabıyı bulma serüveninden sonra yorgun ve ellerim boş halde major works of modern art sınavıma çalışmak, tanrının beni imtihana tutmak için izlediği ayrı bir yol olsa gerek. final haftalarında yaptığım her işi bu kadar dramatize etmemi de bir zamanlar uzun araba yolculuklarında radyoda sürekli çalan kayahan'dan "bizimkisi bir aşk hikayesi" ne bağlıyorum. radyoyu kapattığımız zaman, bazı yolculukların üzerimde bıraktığı diğer travma izlerini de albümün en az 5 kez dönmesi bolluğunda zerrin özer best oflu 15 saatlik yolculuklar temalı yazılarımda bulabilirsiniz.

eemm buna da postmodern art diyebiliriz bittabiğ...

special thanx to stumbleupon.

31 Mayıs 2009

bir teselli ver bana

ilaç firmaları duy feryadımı. şöyle bi hap olsun lütfen. sınava saatler kala içiyosun, 30 saniye içinde etkisini duyuyorsun ve oturup kafanı kaldırmadan askmen.co.uk a takılmadan, itunes da olmayan artist isimlerini girmeden, uzak doğulu insanlarla muhabbet etmeden, true hollywood stories gibi programlara takılmadan ve sürekli tıkınmadan 10 saat götürsün beni.

bi de sabahın pazar ekinde -yazı cool geçirmeniz için sizin için bi tarafımızdan salladık in ve out listesinde sabah pazar ekinin in, diğer gazate eklerinin out olduğunu yazana selamımı yollar, çeker giderim.

30 Mayıs 2009

final

okulla nötr düzeyde seyreden ilişkim benü insanlar konusunda bunalıma sürüklüyor blog dostları. okul ciddi bir müessese sanki ve insanlar sürekli lanet olasıca işlerinden konuşurmuş gibi derslerinden konuşuyorlar sürekli. a gelecek dersler, hoca dedikoduları. nerdeyse telefonumdaki deniz ürünlerinden oluşan tetris oyunumdan bahsedeceğim zira kendisi oldukça eğlenceli ve yazlık bir havada bence. ama çabalarım boşa gittiğinden ve konuşacak bir şey bulamadığımdan ben de bu akıma kendimi bırakıyor, verebileceğim en nörd pozlarla muhabbet ortamlarını renklendiriyorum. neyseki okul finaller dışında bitti de insanlar yazdan dönünce değişik konulardan söz edebilme yeteneklerini geri kazanabilirler böylece. ben-hariç-herkesin-yazı-harika-geçiyormuş yaz konseptime hazırlık olarak, saçma yaz okulu girişimlerimden vazgeçtiğim için zaman zaman doğru kararlar almanın hazzını duymuyor değilim hani, blog. yeterince nörd ve bört takıldığım günlerde, bedduayı geri alma girişimlerinde bulunan insanları konu eden kanald dizilerini ayrı bir ilgiyle izlediğimi belirtemeden geçemiyorum blog. bu gün, popüler kültürü işlediğimiz derste hocanın 14 hafta boyunca dersi tanzimattan başlatma geleneğini son derste de sürdürmesi ve orhan gencebayı aşağılaması ruhumda birtakım çürüklere sebep oldu blog. sonra kendimi shuttle da orhan babaya vurdum. ama bütün dertler benim olmamalı bence, sorry orhan...

25 Mayıs 2009

kederlerden keder beğeniniz

eceye house çekerken dedim günler boşa gitmesin (kalan süre olarak 3 saat boyunca 58 gün yazınca ben de inanmış kadar oldum,evet) aldığım filmleri izlemeden geri götürme alışkanlığımı terkedeyim. françois truffautdan small change diye çocuklar üzerine bir film izledim, güzeldi, gülümseten cinstendi fekat zihnimde film ile kurduğum bağlantı kemalettin tuğcu köprüsünden geçmekte idi.

ilkokul yıllarında ortalama bir sınıf kitaplığından yola çıkarak epey bir kemalettin tuğcu ve türkiye gazetesi eşantiyonlarından hatmetmişliğim vardır. öyleki kemalettin tuğcu, bünyemde kaldırılması gündeme çubukçu nimet tarafından sokulan andımızdan daha derin yaralar açmakta, beni yoksulun ve ezilmişin yanına itmekte, ajitasyonu damardan vermekte idi. öyle ki, bir gün sınıfta bir iş eğitimi hocası kemalettin tuğcu hakkında, atıp tutmaya başlayınca, 11 yaş hezeyanları ile birden ayağa kalkmış ve romanlarının ateşli bir savunucusu kesilmiştim. öğrenci profilinin %50 sinden fazlasını, bu romanlardaki muzdarip komşu rolüne biçilmiş kaftan hayatları sürenlerin çocuklarının, oluşturduğu bir yerde, kim oluyordu da kemalettin tuğcuyu aşağılayabiliyordu? tabiki o zaman bu lafları sarfetmedim ama öğretmene çok acıklı da olsa kitaptakilerin gerçek olduğunu yoksa niye o kadar acıklı film yaptıklarını ve hepsini izlediğimizi söyledim. o gün bana verilmeyen ayar, hala bu filmleri izlememe, kitapları okumama sebep, hem de hiç sıkılmadan. filmi izledikten sonra, k.t. kitaplarını aramaya koyuldum ama annemin onları attığını hatırladım. sonra çocuk kalbi buldum bir tane ve ve italyan faşizminin mazlumca bir çocuk üzerinden verildiği bu kitabın yanında kemalettin tuğcunun daha mazlum olduğu kanısına vardım.

artık beynime işlemiş, bir dönem çocuk psikolojimin hakkından gelmiş bu mazlum edebiyatını tamamen geride bırakacağım günleri özlemle anıyorum.

24 Mayıs 2009

konuş onunla

omegle omegle diye yer ve göğü inleten ama denizlere gelemeyen feryatlara dayanamayıp ben de yabancılarlakonuş olayına girdim. girmemle de pek cilaladığımız pakladığımız hüviyetimizin iki para bile etmediğini test edip onayladım. ayrıca hayatımda hiç bu kadar çinli ile konuşmamıştım. yabancılara ana dilinde küfür etmenin türklerin tekelinde olmadığını düşünen ve halı deseni gibi asyalı harfleri ile ceddime söven insanlara google translate ile 10 beygir gücündeki türk yanımı gösterdim. başka bir tespit ise ya lezbiyenler böyle yerlere takılmıyor ya da ortalık gey heriften geçilmiyor. polonyalı bir adam, artık kendi 22 m diye ifade etmekten utandığını söyledi çünkü geylerden dolayı içindeki homofobi ortaya çıkıyor ve hümanist yönünü zedeliyormuş. ne diyeceğimi bilemedim.

12 Mayıs 2009

sezon finallerinde duygusallaşmam


yapmak istemediklerim ile yapmak istediklerime eşit uzaklıkta yer almam, sanırım bu yakamı bırakmayan. bahanelerimi sıralayabildiğim kadar, kendi çözümlerimi sıralayamamam. ya da istediğim kadar, nefret de edebilmem.

5 Mayıs 2009

dantel aslında bir televizyon bileşenidir

üst üste kaç sezon dizi izleyebileceğimi test ettiğim günler geçirmekteyim, guinnessi aramam yazık olmuş. günün birinde paranızı gereksiz yere harcamak isteyip, insanların ekstrem takılıp, tatminkar pozlar verdikleri bu kitabın sayfalarını çevirdiğinizde i am an addict tişörtleriyle verilmiş çok mahrem pozlarıma ulaşabilirdiniz oysa. babamın andropoz sularında epey yol kattettiği, anneminde menopoz sularında dünyayı keşfe çıktığı günlerde elbette fırsattan istifade edip, evde çılgıncasına partiler veremedik onun yerine bir karıncanın bile komünyon hayatında bizden daha çok sosyalleşebileceğini görüp, bedbaht ruhlara büründük. geçenlerde şöyle bir soruyla muhatap oldum "tanıştığımız süre boyunca depresyona girdin mi hiç?" böyle sorular bende aslında karşımdakinin donunu yeşil suratlı "maske" gibi kafasına geçirip ortamdan uzaklaşma isteği yaratıyor. tabiki siyah konturlarımız olmadığı için, ancak, metropollerde zeki sosyopat halimi takınıp "neden, üstüne mi alınacaktın" gibi geri dönüşlerle yetiniyorum.

öte yandan, pazartesi okula gittiğimde birbirimizi yüzyıllardır görmüyormuş hissine kapıldığım arkadaşlarla oturmak ve kim daha boş haftasonu geçirmiş gibi konulardan bahsetmek güzel. en azından bir şeyi beraber ve layığıyla yapabiliyoruz demektir.

sanırım geçen hafta serviste kolera günlerinde aşk'ı bitirdiğim sırada, yan taraftan izleniyormuşum gibi bir hisse kapılmış idim. iki gün sonra aynı kişi yine yan tarafımda otururken tesadüfen onun da marquez okuduğunu farkettim. tipini beğendiğimden değil zaten gözlük ve şapka ile görünmez bir tipe sahip bu kişi ile marquez sebepli bir konuşma başlayıp başlayamacağı gizemini düşündüm bir an. kahve ile başlayan sohbet geyiği gibi. sonra bu gün yine aynı kitabı okuduğunu gördüğümde yan tarafımda, hollywoodun gerçekten sadece hollywoodda olduğu gerçeğini bir kez daha kabullendim. zaten şu ana kadar tanıdığım insanların kaçı ile bir kitap adı vebenzeri şeylerden dolayı tanışık idim? bir gerizekalı gibi düşünmeyi işte o anda bıraktım. bu aydınlanmanın etkisi ile çok fazla görsel materyale maruz kalmak, düşüncelerimizin obezleşmesidir gibi abuk bir cümle kurup noktalarımı sıralıyorum........................................................................................................................

22 Nisan 2009

ivme dediğin

bazen durağanlık arasında boşluk insana ivme kazandırabiliyormuş. biz buna tatil diyoruz işte. film izlemenin kitap okumanın dışarı çıkmanın vs gönlümden geçmediği bir zamandan sonra birden üzümünü yiyip bağını sormadığımız bir gaz kaynağı hayatıma girmiş bulunmakta idi. lakin hızlı tüketici kimliğine ve kendini 3-4 yılda tekrarlayan bir kör talihe sahip olaraktan yine ayağımı burkmuş, bandajlara sarınmış bulunmaktayım. talih denen kadersel uzvun ben de kör olması karşısında birkaç yetkili merciiye başvurmak isterdim. onun yerine kariyer sitelerinde staj başvurularında bulundum. hüznü bol cevaplar alacağım diye melankoliye kapılasım geliyor. o zaman da orhan gencebay dinlemek istiyorum. annemin yaptığı piyano pastanın dörtte üçünü yediğim için ev halkı bana kırgın. çevremde gördüğüm oblomov hareketlenmesi de ayrı bir başlık altında doldurulmalı. bu mevsimde dondurma yerken üşüyüp, hırka giymemi de literatüre girmesi için bağışlıyorum. gönlü yücegil ödülü almalıyım.

14 Nisan 2009

dar alanda kısa paslaşmalar

son iki gündür sabah okula gitme telaşlarım pek bir garip hal almaya başladı. pazartesi yolda biri pencerede biri yolda iki kadının muhabbetine 20 metre öteden yaklaşarak ve 20 metre öte uzaklaşarak misafir oldum. yoldaki kadın, iki yıl önce ablasının öldüğünü üç gün sonra kız kardeşinin vefat ettiğini 1 hafta sonra da kocasının da kaza geçirdiğini anlatıyordu ve bir cenazeye gidiyor olabilirdi. ölümlerin şekli ve kronolojisini karıştırmış olabilirim ama güzel bir sabahta yaşam enerji ve sevgisini alacak nitelikte bir ölüm furyasıydı kadının başına gelen. bu sabah, dolmuşta otururken kaldırımdaki sandalyeye bir kadın oturdu. kadının suratını çıkardım hemen ilkokulumdaki öğretmenlerden biriydi. 10 yıl onu o kadar çok yaşlandırmıştı ki düşen göz kapaklarının altında gözleri budha heykellerinin gözlerine dönmüştü. ben böyle salak düşüncelere dalmışken bir adam geldi yanına, kadın meraba dedi. sonra sizi de uzun zamandır görmüyordum ama geçenlerde rüyamda görmüştüm diye devam etti. adamı da tanıdım elbet. o da ilkolulumda öğretmendi, mete hocaydı. hiç dişi kalmamıştı adamcağızın gerçekten. sonra kadın, mete hocanın siz ne yapıyorsunuz hoca hanım, sorusuna ben de arkadaşlarımı bekliyorum. okuldan nimet hocanın kardeşi trafik kazasında vefat etmiş ona başsağlığına gideceğiz, diye karşılık verdi. nimet hoca ilkokulda öğretmenimdi 5 sene boyunca. kendisini çok sevmezdim. çok sevilen ya da nefret edilen ilkokul hoca tiplemesinin ikisine de pek uymuyordu. iyiydi ama çok huysuzdu. zaten hayatımda tanıdığım nimetlerden bir tek oda arkadaşım olan iyiydi. neyse baş sağlığı dilemek gibi dayanışma ve paylaşma gerektiren hiçbir duruma uyum sağlayamadığımdan, 10 sene sonra bundan dolayı ilkokul öğretmen ziyareti çok karmaşık bir yapıya sahip benim için. sosyal bir öküz de olabilirim tabi.

5 Nisan 2009

frenko radyo

  ciğerim blog hüsnü,

bu yazıya başlamadan bir ismin olmasına karar verdim ve adın hüsnü oldu. işte senin de hikayen böyle başladı falan filan. hüsnü, bu gün dedem geldi. dedem kahramanmaraş'ta oturur. biz tam kahramanmaraşlı mıyız bilmiyorum, trabzona kadar giden bir soyağacı var. bilinen en büyük dedem o kadar çok gezmiş ki, en son trabzonda durup ölmeye karar vermiş. sonra da birtakım haltlar yenmiş ve aile bu gün bir orda bir burda ikametgahını sürdürmüş neyse. dedem, konuşurken ismini unuttuğu şeylere kendi bulduğu dahiyane isimleri vermeyi seçer ve bunu yaparken de gayet ciddidir. helikopter kazası  bahsinin açıldığı anda da, radyo frekansı bozulmuş diyeceğine, helikopterin frenkosu bozulmuş dedi. frenkonun ne kadar şahane  olduğunu düşünmeye koyulan ben, annemin karşımdaki koltukta sessiz kahkahalarıyla katılmasından mütevellit, tabiki gülmeye başladım. bir yandan da başım eğik, mahcup mahcup kızarırken.yavaşça içeriye kaçtım, kendimi dizginlemek adına. sonra annem gelip, gülmesinin suçunu benim üstüme yıkmaya çalıştı ama frenkoya pabuç bırakmam. sonra babam middle age crisisle doğan spor aşkını, eve gelince duş yerine hamama gitmeye karar verdiğini söyleyerek sürdürdü. bana da parti sistemleri sınavının dayanılmaz ağırlığı kaldı.


4 Nisan 2009

piyano pastanın laneti

okul açıldığından beri ilk kez bir cumartesi saat 6 da kalktım. bir gece öncesinden tüm günü planlamıştım. erken kalkacak 3 makalae bitirecek, banyo yapacak, kuaföre gidecek oradan galatasaray'a gidip sertifikamı alacak, pazarda sağa sola bakınacak eve gelecek, yemek yiyecek ve derse koyulacaktım. ders çalışmak haricinde hepsini yaptım. şimdi tutuşmuş vaziyetteyim o yüzden. ikinci bir ucuz kuaför hüsranını da yaşadım arada. bu huyumdan vazgeçmeliyim. ama insanın evinin karşısında kuaför olunca ve 10 ytlden ucuza kesince ve cebinde sadece 20 ytlsi varsa, 20 ytlye kesen iyi kuaföre gitmek o kadar cazip gelmeyebiliyor. allahın hakkı üçtür diyor ve tiriolocilerden sakınmayı salık veriyorum. aslında kötü olmadı saçım, anne hazretleri öyle diyor. sonra da kestirebilirdim ama saçım salakken kendimi kötü hissediyorum gerçekten. güne dönecek olursak, işlerimi öyle hızlı yapmayı koymuşum ki aklıma, akbil doldurma sıralarında çürümeyi reddedip, sertifikam var benim diyerekten kabarmış koltuklarımla karşı kıyıya paralı geçiş yaptım, ne kadar küçük bir burjuvayım görün diye diyorum. zorlu pazar yollarını alt ettikten sonra eve gelip de yavru bir fil sevimliliği ve karın gurultusuyla ne bulduysam mideye indirdikten sonra, fox life denen celebrity kanalında monaco prenseslerinin hayatlarının cazibesine kapılmadım demeden olmaz şimdi. içlerinden biri ol deseler caroline olurdum bariz. kadın idol olmak için yaratılmış, gerçekten. stephanie de sis ve gecedeki çatık kaşlı kadına benzediğinden ve tahta geçme şansını yitirdiğinden gözüme giremedi üzgünüm. mavi kandan olsam, aristokrasiden ölürdüm heralde.  neyse adios amigos!

30 Mart 2009

bir kuzey hatırası

eski okul yollarının bir hüznü varmış. ben bizzat bunu yaşayamasam da anlatılanlar onu gösteriyor. zaten her gün ilkokuluma hatta öncesi anaokuluma giden yoldan yürüdüğüm için, o yıllar sonra eski okulunu görüp de hüzünlenen, anıları üzerine dalga dalga gelen insan olmayacağım. liseye de tekrar ayak basacağımı sanmıyorum. üniversitesine uğrayan varsa hala, bu mezun romantizmini ti ye alan cevapları yapıştırırım. bu şubatta almanyaya gittiğimizde, dayım bizi annemin gittiği okullara götürdü. hatta arabayı uzak bi yere parkedip, bu deneyimi adım adım yaşamamızı arz etti. ben de elimde fotoğraf makinesi, geçmişe doğru yola koyulduk 3 kafadarı oynayarak. annemin gizemli geçmişi bizi çağırmakta idi. en son gittiği okuldan başladık...


...tüm yolculuk boyunca, annemi, monica ve ilonayı tam da albümlerde gördüğüm halleriyle hayal ettim. yol da pek yardımseverdi bu hususta. lakin vardığımız yerde, bir adet fabrika vardı, diğer tarafta da annemin gitmediği anaokulu. hüzünlenip geri döndük.

27 Mart 2009

cuma mübarek gün

ya ben mezun olmak istiyorum artık.

bi sınav sabahını da bu sendroma tutulmadan geçirememem üşengeç inekliğimin boyutlarını belirliyor.

almanca yazılmış çizilmiş en güzel şarkı einstürzende neubauten-stella maris. keşif insanıyım.

keşke biri kahvaltı için sucuklu yumurta pişirmiş olsa.

bu gün babamın doğum günü.

ailecek sürekli martta üremiş olmamız kedilerle aynı cinsel dürtüleri paylaştığımız anlamına gelmez.

beni oy vermem için tuzlaya atayanları kınıyorum. bu pazar ne kadar üşengeç olabiliyormuşum hep beraber göreceğiz.

hepiniz komprador burjuvasınız.

12 Mart 2009

kolera günlerinde aşık olmamalıyım

evlere şenlik, davul-zurna birlikteliğinden doğma müthiş bir baş ağrısı sabaha kadar beynimi oymaya kararlı. bu sarı olma hali ilaç almamı bünyeme yedirtmediğinden, tek yapabildiğim "yaa benim başım ağrıyo" iniltileri ve sızlanmaları ile baş eti denen meredide ortadan kaldırıp başsız bir süvari hikayesine birinci perdeden giriş yapmak. annem, adının mandrakeyle ilgisinden şüphe götürmediğim esra ceyhanın meşhur ettiği, dr.marankinin baş ağrımasına karşın salık verdiği kulak sınırları dahilinde ortada duran mememsi şeyi sıkmam konusunda beni şiddetli destekliyor. hayır, ben beynimi zonklatan baş ağrısı içersinde bile hastaneye apar topar götürüldüğümde hiç değilse house izlemiş bir doktorla konuşacağımı hayal ediyor, zeki cevaplarımla dizinin en süper düper hastası olup yıldızlaşabileceğimi düşünüyor, vay anası dedirten diyaloglarımla ingilizcemi geliştirirken, maranki ve piercingin iğrenç durduğu kulak uzvunu sıkmak hiç yardımcı olmuyor.

biraz daha makul seviyelerde seyredersem, maharet yoksunu erkek hemşirenin sebep olduğu kollarımın mor mor görüntüsü ve sarı gözlerimin altında bitiveren yorgunluk halkaları ile underground kitaplarından fırlama loser ama henüz ölmemiş bir karakteri tüm vücut hatlarımla ete kemiğe büründürmüşken, sabah saatlerinde evimizden hiç eksik olmayan türk kahvesi ve çikolata faslının müdavimlerinden nedime teyzenin; "kızım seda, şimdi bir şey diyeceğim ama annenden çekiniyorum, ben de vakti zamanında sarılık olmuştum bu necip amcanın aşkından, babam beni ona vermiyordu, yataklara düştüm hatta arada kalkıp elimdeki dikiş iğnesini prize sokup, beni necip'e vermezseler kendimi öldürmekle tehdit edecektim ama lafımı bitirmeden kendimi odanın karşısındaki çekyatta buldum çarpılmış bir halde"diye vuku bulan hikayesiyle kendime geldim. -galiba en uzun cümle rekorumu da kırdım az önce neyse.- bu nedime teyzenin pek yeri yoktur esasen hayatımda. kendisini tanımadan önce ben ilkokul yıllarında sünepe bir çocuk iken, oğlu atakan'ı tanırdım. atakan, o zamanlar sokağın efsanesiydi. delikanlı, yakışıklı dedelerimizin deyimi ile gözünü budaktan sakınmayan, yedi bela canlısı bir genç idi. kaç defa parkta usul usul sallanırken, yeni yetmelerin o geçerken "atakan abi geliyor, hadi atakan buraya yumruk havaya" tezahüratlı coşkulu karşılamalarına şahit oldum. atakan ne halt yemişti de, mahallenin starı olmuştu hatırlamıyorum, bir gece baya büyük bir kavgaya karışmasından ve parktaki kan izlerinden öte bir malumatım yok bu konuda neyse. bizim kuzenlerimizle ilgi alanımıza giren kısım, atakan'ın eve kız attığı günlerdi. binaların yan yana olması vesilesi ile pek meraklı ve hevesi de olabilen çocuklar olaraktan; atakan ve yeşil gözlü sevgilisinin oynaşmaları o zaman için porno değerindeydi ve bu seyirliğe de -öhöm möhöm- biz dahil olabilirdik ancak mahalle eşrafından. atakan'da da perde kapama denen huy pek gelişmemişti sağolsun. sayesinde, okul sıralarında kikirdemelerle, yarım ağızla geçilen konular üzerinde "görgümüzle" ihtisas sahibi oluyorduk, geri kalanlara kıyasla. şimdi bu sabah atakan'ın annesi nedime teyze bana kocasına kaçma macerasını sarılık durumuma kıyak, minik öyküler halinde kah kahkaha kah hüzün nidalarıyla sıralarken, "bu kadar dert sahibi olma, gençliğine yazık bir esip gürledin mi, tamam bu iş" derken, ben de kendimde atakan'ın gençlik pırıltısını bir an hissetmedim desem, nedime teyze'ye haksızlık olur.

klavyede tek el gitseydim şu kulak olayına girişecektim ve kim bilir belki de meyvesini şimdi toplayıp, huzura ermiş olacaktım. oysa şimdi, bir portakal yiyip, majezik nationa dönebilmek için dua edeceğim.

7 Mart 2009

dost dost diye nicesine sarıldım

bu hafta yemekteyizdeki prince erkan'dan dökülen şu vecize bir prens gibi doğum ve bir kral gibi ölmek istiyorum, bünyemi gafil avlamadı desem yalan olur. kendisinden böyle özgüven donanması ile bahseden birini bize sunduğu için show tvye doğum günü hediyesi alabiliriz. ayrıca ellerimi o adam gibi sırtımda rahatlıkla birleştiriyor olabilmek nasıl müthiş bir duygudur tarif edemem. twilight serisini hatim etmekle yeniden okuma sahalarına dönüş yapmam, hala vampir edebiyatından zevk aldığımı kanıtlıyor ama yine de anne rice'ın eline su dökülemez bu konuda diyorum. bir bulut olsam adlı diziyi de son derece itici bulduğumu belirttikten sonra, kendimi vefakar pijamalarımla, reyting savaşlarının buhranlı dünyasına teslim ediyorum.

4 Mart 2009

hepatito



hepatit Aya yakalandım. eski çağın modern hastalığının ızdırabını çekiyorum. tıbbi kayıtlarıma renk katıyorum gerçekten. off.

24 Şubat 2009

mızmız


lafı dolandırmadan gireyim ki başlık ve içerik uyumu denen şey ziyan olmasın. pek mızmız bir haldeyim ve oturmuş halet-i ruhiyemi anlatarak medet ummaya çalışıyor olabilirim. pazar gününden beri kendimle, romatizmalı yaşı geçkin kadınlar arasında 7 fark bulmaya zorluyorum kendimi. çünkü nedenini henüz keşfedemediğim ve herhangi bir tıbbi merciye de danışmadığım bel ağrısından son derece muzdaribim. ancak "bıçak kemiğe dayandı" söz öbeğinin (öbek de ne çirkin bir kelimedir) yalnızca ilkokul sıralarında öğrendiğimiz bir deyimden ibaret olmadığını tecrübe ediyor idim 3 gündür. evdeki tüm medikal kaynakları ve tavsiyeleri tükettim hatta dedemden gördüğüm ağrıyan yerin ovulup, yün şalla sarılması geleneğini bile denedim ama başarısızım artık kabul etmeli ve doktora gitme korkumun üstesinden gelmeliyim.

gri yün hırkam, dağınık halim ve moraran göz altları ile pek grunge bir tablo sunuyorum odama teşrif edenlere tek eksiğim eddie vedder. zaten kendisi ve into the wild ruhuma yeterince azap vermişken, pürüzlü başlayan bir dönemin ( evet yine yakınıyorum yine yine) sıkıntıları da peyda olur vaziyetteler. şu dakikalarda düşünüp taşınmış bir karara varmış olmam gerekiyor ama ben düşünmek yerine önce beyaz melek izledim sonra da desperate housewives.

hayatımın spontane seçimlerden duyulan 0 pişmanlıkla sürmesini istemek çok mu cidden? mahsun kırmızıgül bile yazdığı senaryoya film çekip üstüne de oynama özgüvenini barındırırken benim kararları başkalarına bırakma isteğim ve sonrasında adıma verilen kararı sorgulama özgüvensizliğini barındırmam acı veriyor cidden.

hayatta olmadığım insanlar listesini yapmak gibi gerzek bir düşünce bile geçti aklımdan tuvalatteyken. neyseki sifon çekme eylemini tuvalette gerzek düşüncelere de yapma lüksüne sahip bir insanım.

kızdığım diğer bir şeyse -bu yukarısıyla baya alakasız-, sağa sola gidip msn durumunu dışarda'ya ayarlayıp, kişisel iletisine @ebesinin dağında gibi şeyler yazan insanlar. gerçekten bu kıl tüy familyasından insanların daha sonra ama küresel ısınma, ama çevre konulu mesajlar vermelerini de noksan "kuul"luklarının, hedeften şaşmış sikko dışavurumları olduğu kanaatindeyim.

sözlerimi noktalar, hayırlı modernleşmeler dilerim.

19 Şubat 2009

rainbow surfing


okulun açılması karşısında, bulduğum her düzlemsel ortamda kestirmemle sonuçlanan sonsuz uyuma isteğim çılgınsal boyutlara ulaşmış durumda blog. bu dönemki derslerimin okumalarının da çılgınsal rakamlar düzeyinde seyretmesi, beni fakir ama gururlu bir genç olmaya itiyor. bildiğimiz 300 sayfalık roman kıvamında bir kitabın 67,5 tl olması ve 5 tane benzer kitap almak durumunda olmak beni isyanlara da sürüklüyor öyleki fiyatı söyleyen adamın suratında bir an liseden m.kalaycı belirdi ve bana "kitaba verilen paraya acıyorum seda ya,sonuçta bi kez okuyorsun o kadar paraya " dedi. dejavusal bir andı gerçekten ki bir keresinde bu tartışmayı gonca ben ve m.kalaycı olarak yaşamış idik. neyseki cemil copy center ve bende de yeterince korsan ruhu var. gözlükçümün her defasında bana lens suyunu bedava verme yakınlığında bulunması kadar günüme renk katan bir şey yok. artık benim de ahbap olduğum esnaflar var, bakkal ali amcadan sonra. playlisttede coldplay-clocks ve ardından zekai tunca- biz heybelide çalmasıyla neşe dolan bendenizi artık, bu postun sonuna getiriyor. kısa ve renksiz hayatımdan bu günlük de bu kadar.

16 Şubat 2009

a jeans story


çocukluk çağının yavaşça beni terketmeye, ergenlik alametlerinin ruhen ve bedenen belirmeye başladığı zamandı. orta birdeydim. o zamana dek hayatımda ilk kez sırtımı yarılamış saçlarımı, her gün istisnasız at kuyruğu yapardım ve metal çerçeveli gözlük kullanırdım. yazın tişört-şort kışın kazak -kottan vazgeçmezdim. küçük ergenlerin kendilerini bir tarza meylettikleri, o yaşlarda ben de her şeye burun kıvırıyor ama yine annemin özenli seçimlerine maruz kalıyordum. bir bayram öncesi, bayramda yeni kılık kıyafet giyilir geleneğimize sadık olarak, çıktığımız alışverişte annem bana mavijeansten füme bir kot pantolon, beyaz bir gömlek ve gri baklava dilimli bir süveter almıştı. annemle ilk kez ortak bir paydada buluşmanın mutluluğu ve kıyafetlerimin göz kamaştırıcılığı ruhumu sarmış, özellikle pantolonuma resmen aşık olmuştum. ilk kez mavinin açık ve koyu iki tonunu izleyen dizleri beyazlamış kot dizisinden kurtulmuş, ilk kez çocuklar için değil de büyük reyonundan alışveriş yapılmıştı benim için. üstelik füme rengiydi kotum. ancak kader ağlarını sevincimin sakız gibi sünmesine fırsat vermeyerekten hızlı bir şekilde örmüştü benim için. acımasız bir şekilde ben, caanım kotu giydiğim ilk günde kaldırıma takılıp düştüm ve sağ dizini parçaladım. acıyan sadece dizim değildi elbet, kızgınlığım kaldırımla da sınırlı kalmıyor, kaderime küsüyordum adeta. gözlerim kah sinirden kah üzüntüden dolu dolu eve vardığımda, annemden önce bana bir daha kot almayacağına dair tehditler savurduğu azarı işittim sonrasında, koca yırtığı becerikli elleri ile en az belirgin olacak şekilde dikmesini seyrettim. ondan sonra o kotu orta bir ve orta ikide giydim, anneannemin cenazesinde de sahip olduğum yegane koyu renk giysi kontejanından üstümden çıkarmadım bir hafta. mağrur ama çizilmiş bir klasım vardı.

üstünden iki yaz geçip, orta sonda dersanaye gittiğim bir gün dolaptan çıkardığımda kotu, acı gerçekle yüzleşmek zorunda kaldım. çiroz çocuk bedenim, yerini etine dolgun genç bir ergene terketmişti haliyle de kot baldırlarımdan yukarı çıkmıyordu. kaderimi kabullenmeyip, yeni bir kot arayışına koyuldum. koyu grinin cazibesine kapılmıştım bir kere. ancak benzer bir kot bulduğumda, benzerlik yalnızca modelde sınırlı kalmış, fiyatın yanına bile yaklaşılmıyordu. mavijeans almış başını yürümüştü. işte o zaman, rota değiştirip, rodi mağazasına girdim dostlarım. siyah, parlak, dokununca kadifeyi andıran bir kotla, tatmin olmuş bir şekilde ayrıldım rodiden. ve lise sona kadar tam 5 yıl aralıksız evde, okulda, dışarda o malum rodi kotu giydim hani kıçında yıldızları olan...

14 Şubat 2009

you never know what's coming for you*



benjamin button'un garip hikayesi film üzerimde tahmin edilebilirleğinden fazla iz bıraktı. dün akşam sadece bir kez durdurarak, kaç dakika kalmış diye mouseu bir kez bile oynatmayarak izledim. bu zaman ve kopmuş aile temalı filmlerin bana neden bu kadar koyduğunu suyunu çıkarmadan açıklayabilen bir insanoğlu belirir mi ufukta bir gün, üzerinde düşünemiyorum bile. içinde bulunduğum fiziki aile şartları bu durumu açıklamaya el vermiyor, belki ben anlamıyorumdur ama ben anlamıyorsam kim nasıl neden anlıyor olabilir, onu hiç anlamıyorum asıl. hallmark channelda bir film izlemiştim adını hatırlamıyorum şu vakitte ama 2 erkek ve 2 kızdan oluşan 4 kardeşin ayrılış ve bir elli atmış yıl sonraki buluşmalarını konu ediniyordu. sanırım ölen annelerinin ruhu da, loreal antiaging reklamlarına kapak olacak şekilde kırışık yüzlü bir kadının bedeninde reenkarne oluyordu falan filan. göz yaşı kanalları anında tepki veren bir insan olarak, en az iki-üç gün amerikanların B sınıfı diye tabir edecekleri bu filmi düşündüm durdum hala da arada aklıma gelince üzülürüm. nitekim benjamin button da aynı etkiyi yarattı. yemek yerken zamanla gençleşen ve hatıralarından yoksunlaşan bir babanın kızına gönderdiği yanında olamadığım için üzgünüm kartpostallarını düşünüp, mercimek köftelerini hüzünlü bir şekilde boğazımdaki düğümün üzerine iterken, babamın devlet memurluğu sınavı ne zaman, öğren de bu yıl gir elinde bulunsun demesiyle, önce 'haaladım', köfteyi düğümün üzerinden bir şekilde geçirdim ve niyeki diye sordum. zira şu ahir ömrümde devlet memurluğu fikri ilkokul öğretmenlerim ile şekil almadan aklımdan bir kez olsun geçmemişti. seni mi kıracağım baba girerim ne olmuş diyecekken,babamın "ama senin bölümden vali, kaymakam oluyor mu" sorusu üzerine iyice efkarlandım ve 40lı yaşlarımda bilmem ne ağacından yapılmış masama, sıcaktan pantolonumun popoma yapışmasına neden olmuş deri koltuğuma oturmuş, bilgisayar ekranının ışığıyla aydınlanmış, loreal antiaging kremlerinin yetmediği kırışmış suratımda beliren derin alın çizgilerimde benjamin button'un kızına gönderdiği "yanında olamadığım için üzgünüm" yazan kartpostalların hüznüne boğulmuş, dünyevi sorumluluklarımdan bezmiş bir şekilde kendimi hayal ettim.

ve hala mutsuzum blog, benjamin button ve hikayesi etkisini üzerimden ne zaman çeker bilemiyorum, desperate housewivestan gaby'nin cumartesi pazarındaki kadınlara benzeyen haliyle obez iki kıza sahip olması bile şaşırtmadı bünyemi. yarın sertifika sınavım var, ama notlarımı okuyacak şevk ve ihtirastan muazzam bir şekilde yoksunum bu akşam da...

"you could be mad as a mad dog at the way things went, you could swear, curse the fates but when it comes to the end, you have to let go."*

*(The Curious Case of Benjamin Button)

12 Şubat 2009

yeni şöhretler


lisedeki müzik hocamı  az önce showtv deki melekler korusun adlı dizide gördüm gıcık işveren rolünde. en son kendisini gördüğümde -geçen yıl haziran falandı bir final öncesinde- dolmuşta yan yana yolculuk etmiş, ben tanımamazlıktan gelmiştim liseden gıcık hoca kontejanından olduğu için. hey gidi günler hey, tanımamazlıktan geldğim müzik hocam karşıma artist olarak çıkıyor kıytırık bir dizide, hayat ne garip lan... falan filan...

makaseller

trt 1 deki sabah programında henüz görmüş olduğum yılmaz morgülün saç kesim şekli ve parlak takım elbiseli kombinasyonu sabahki televizyon izleme isteğimi öldürdü canım blog. brezilyalı genç yetenekli futbolcuları anlatan bir japon çizgi filminde görmüştük en son o kesimi. ayrıca akademik pop dünyasına yeni bir teori kazandırdım kendisiyle, uzay çağı mağı jetgiller misali yaşasak bile sabah programlarında zeki müren türevi şarkı söylemeye kasan ve her fırsatta zeki abisine duyduğu saygı maygıdan söz eden bülent ablasına kurban olan, parlak elbisesini ucubik saç zevkiyle tamamlayan bay ses sanatçılarından kurtulamayacağız.

yarın akşam tv8 de kim ki duk un zaman filmi varmış 8.30 da. alternatif rota çizmek isteyen sinemasal duygusal gençlere duyurulur. ama aşk-ı memnu da heyecanlı be.

yaprak dökümündeki leylaya yazık yahu ben bile daha iyimser bir kader çizerdim kendisine. nişana nejlanın önerdiği leylanın rita hayworth saç modelli halini görebilecek miyiz acaba?

tv8deki ebru şallı'lı ebruli pilates programını, konsepte en aykırı isme sahip dekorasyon fakiri program ilan ettikten sonra da sabah birlikteliğimizi sonlandırıyorum.

9 Şubat 2009

back to the basic

evde oturulan pazartesi gününün mükemmelliği içersinden sesleniyorum blog. bence pazartesinin sevilmeyen bir gün olması bir önceki pazar gününün gıcıklığından ileri gelmekte. pazartesiye üşenip bir isim bulunamaması da zavallılığını pekiştirmekte gözümde. cumartesi de benzer durumda olsa da aynı değil karıştırmayın. cumartesileri sevmeyen bir insanla tanışmış değilim henüz. hatta bana kalırsa her şey takvimler bile cumartesileri inanılmaz sevmemiz için tasarlanmış. tüketici insanoğlunun makus kaderi. neyse pazartesiye karşı gösterdiğim empatinin devamını getirmemek üzere konuyu kapatıyorum çünkü

- başım çok ağrıyor
- boğazımdaki gıcık bir türlü geçmiyor
- kayseri mantısı yedim ağırlık yaptı
-sadece 1 derse kayıt oldum
- kapasite artırımı için attığım maile -ben ne kadar özenerek yazdıysam o derece özensiz şekilde- henüz çok erken cevabı aldım
-televizyonda derya baykal var

25 Ocak 2009

buselik makamı

iki hafta boyunca sana yazamıyor olacağım blog çünkü almanların soğuk memleketine yolculuk var 10 saat sonra. belki de yazarım ha belli mi olur.

bu gün aziz ve kadim dostlarımla gerçekleştirdiğimiz buluşma sonrasında kabataş iskelesinde sevgili mi sevgili dilşat hocayla karşılaşmanın ruhuma verdiği dayanılmaz hafiflik duygusuyla dolup taşıyorum adeta. gerçekten bu hissi veren, konuşmanın huzur verdiği yegane insanlardan biri (mecazi anlam ihtiva eden anlatım bozukluğu). hayatımdaki yerini ne kadar anlatsam eksik kalmış gibi hissedeceğim. kendisi hakkındaki bu duygu yoğunluğumu kısıtkı insanlarla paylaşabiliyorum ancak. ama lise-edebiyat öğretmeni bağlamında hiçbir alternatif beni dilşat hoca-üal bağlamının dışına çıkmaya zorlayamazdı fikrisabitim bu hususta.

gerçi lisede görmeye bile dayanamadığım iğrençlik ötesi iki hocamın çocuk tacizcilerine dönüşümlerini konu alan hikayelerini dinlemek sinirlerimi zıplatıp ruhuma işkence etmedi değil. bu insanların korkunçluklarını iğrenç küçük emellerini anlatıp blogumun sayfalarına gölge düşürecek değilim, sadece gerçekten adaletin bu mu dünya yorumunda bulunacağım haberlerini almayayım mümkünse. bir de layık oldukları ahval ve şeraite bir an önce kavuşsunlar mümkünse.

elimden geldiği ve cebim elverdiği sürece çikolata almayı bir vazife bileceğimi söyler, evden her ayrılışımda içimde bir burukluğun hasıl olduğunu ve midemde bir yumru şekilde gideceğim yere varıncaya kadar bana cefa edeceğini ancak eve dönüşümde tamamiyle bu histen kurtulacağımı belirtir, herkesin gözlerinden öperim. beni unutmayın anacığım.