14 Şubat 2009

you never know what's coming for you*



benjamin button'un garip hikayesi film üzerimde tahmin edilebilirleğinden fazla iz bıraktı. dün akşam sadece bir kez durdurarak, kaç dakika kalmış diye mouseu bir kez bile oynatmayarak izledim. bu zaman ve kopmuş aile temalı filmlerin bana neden bu kadar koyduğunu suyunu çıkarmadan açıklayabilen bir insanoğlu belirir mi ufukta bir gün, üzerinde düşünemiyorum bile. içinde bulunduğum fiziki aile şartları bu durumu açıklamaya el vermiyor, belki ben anlamıyorumdur ama ben anlamıyorsam kim nasıl neden anlıyor olabilir, onu hiç anlamıyorum asıl. hallmark channelda bir film izlemiştim adını hatırlamıyorum şu vakitte ama 2 erkek ve 2 kızdan oluşan 4 kardeşin ayrılış ve bir elli atmış yıl sonraki buluşmalarını konu ediniyordu. sanırım ölen annelerinin ruhu da, loreal antiaging reklamlarına kapak olacak şekilde kırışık yüzlü bir kadının bedeninde reenkarne oluyordu falan filan. göz yaşı kanalları anında tepki veren bir insan olarak, en az iki-üç gün amerikanların B sınıfı diye tabir edecekleri bu filmi düşündüm durdum hala da arada aklıma gelince üzülürüm. nitekim benjamin button da aynı etkiyi yarattı. yemek yerken zamanla gençleşen ve hatıralarından yoksunlaşan bir babanın kızına gönderdiği yanında olamadığım için üzgünüm kartpostallarını düşünüp, mercimek köftelerini hüzünlü bir şekilde boğazımdaki düğümün üzerine iterken, babamın devlet memurluğu sınavı ne zaman, öğren de bu yıl gir elinde bulunsun demesiyle, önce 'haaladım', köfteyi düğümün üzerinden bir şekilde geçirdim ve niyeki diye sordum. zira şu ahir ömrümde devlet memurluğu fikri ilkokul öğretmenlerim ile şekil almadan aklımdan bir kez olsun geçmemişti. seni mi kıracağım baba girerim ne olmuş diyecekken,babamın "ama senin bölümden vali, kaymakam oluyor mu" sorusu üzerine iyice efkarlandım ve 40lı yaşlarımda bilmem ne ağacından yapılmış masama, sıcaktan pantolonumun popoma yapışmasına neden olmuş deri koltuğuma oturmuş, bilgisayar ekranının ışığıyla aydınlanmış, loreal antiaging kremlerinin yetmediği kırışmış suratımda beliren derin alın çizgilerimde benjamin button'un kızına gönderdiği "yanında olamadığım için üzgünüm" yazan kartpostalların hüznüne boğulmuş, dünyevi sorumluluklarımdan bezmiş bir şekilde kendimi hayal ettim.

ve hala mutsuzum blog, benjamin button ve hikayesi etkisini üzerimden ne zaman çeker bilemiyorum, desperate housewivestan gaby'nin cumartesi pazarındaki kadınlara benzeyen haliyle obez iki kıza sahip olması bile şaşırtmadı bünyemi. yarın sertifika sınavım var, ama notlarımı okuyacak şevk ve ihtirastan muazzam bir şekilde yoksunum bu akşam da...

"you could be mad as a mad dog at the way things went, you could swear, curse the fates but when it comes to the end, you have to let go."*

*(The Curious Case of Benjamin Button)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder