25 Eylül 2008

burun çeşme

okulun ilk haftasını grip olarak bitirmem çok gerekli doğrusu. ilk kez grip olma aşamalarını vücudumun her zerresinde-hücre mi demeliyim acaba- hissetmem olayı yakın takibe almama vesile oluyor efendim bla bla bla. major works of western art dersini sevebilirim sanırım. resimden hiç anlamıyor olsam da -anlamayı bekliyor da değilim- bir sürü resim görmek hoşuma gidiyor. bi de hikayelerini de anlatınca durum daha duygusal bir hal alıyor benim için. saint matthews un hikayesinin dokunaklı bünyeme ne kadar dokunduğu konusuna bu cümle ile değinip geçiyorum sadece. masal kitaplarına dönsek mi ne? social theory işlediğimiz dersi de sevdim adını her ne kadar doğru bilmesem de. her sorana farklı bir şey demekten utanmadım ama aynı kişiye iki farklı cevap verme durumunun ihtimalinden darlandım. international relations dersi baba bir ders gibi programımdan göz kırpıyor. hoşuma gitmiyor itiraf etmeliyim. games and strategies dersinde kendimi idiot gibi hissettiğim anlar mevcut ancak anlamadığımdan değil aksine bu kadar kolay gelmesinde hain bir bit yeniğinin olduğuna inanıyorum. ispanyolca dersini ilk dersten sevsem de pedronun bu gün dersi iptal etmesi suretiyle günümü bok etmesini hiç affetmeyeceğim. akademik durum özetle budur. ha bir de yemek eylemine katıldım bir de fashanede yeni çalışan eleman ya sapık ya da şizofren. ön ve yargının bölünmez kardeşliği:(((

adios.

17 Eylül 2008

fındıkkıran


nutella gibi ders programım oldu hahah! ispanyolca alıyorum ole!

14 Eylül 2008

kulağıma fısıldananlar

gündüzleri içim geçince bir garip hissediyorum, zaman ve mekan mefhumumu kaybediyorum ama kısa bir an aklımı başıma devşirmeme yetiyor yine de bu kısa bir ana kadar olan "kısa an" ürkütücü biraz. (creepy vuvvuv). kısa bir süre de olsa hayatla bağlarımı kopardığım, seda olmadığım bir zaman dilimi. "boşluğa düşmüş falan gibi hissediyorum " lafını çokça işitirim, insanlar kendilerine olan garip şeyleri anlattıklarında ve aslen hiç de inanmıyorum bu boşluğa düşmek lafına ya da yapması gereken etkiye. kaçınız içine düşeceğiniz bi boşluğun yakınından geçtiniz yaşamlarınızda ki bi de bunu anlattığınız her hikayeye sos yapıyorsunuz?

şimdi yine flashbacklerle çocukluğuma dönüyor ve günün başlığı ile ilgili oradan ne gibi malzeme çıkarabiliriz diye bakıyoruz. gündüzleri uyumayın derdi gerzek dersane hocası, çünkü uyandığımızda kim olduğumuzu bile hatırlamayabilirmişiz. ne kadar korkunç değil mi, ya da eğlenceli (kim olduğunuza bağlı). bana bir kere oldu bu ama ilaç almıştım ve yan etkisini yaşamıştım. ama yine de etrafımdaki insanları tanıma yetimi kaybetmeyi başardım, bi iki gün öncesine kadar olan anılarımı kaybettim. babamı bile tanımıyordum eheh=) ama bence bunun sebebi anne-baba kavramlarının ne demek olduğunu unutmamdı yani anne-baba dediğiniz nedir ki gibi bir hal içersindeydim. nasıl olduysa bi tek ezgiyi hatırlıyordum etrafımdakilere garip garip bakıyor, ağrın var mı sorularına ne desem ki acaba diye düşünerekten cevap verme sürelerini uzatıyordum. en sonunda annem bi garip olduğumu anladı ve beni yatmaya teşvik etti. bi şey hatırlamıyor musun dedi? yok dediğimi anımsıyorum ama ne için dediğim konusunda bir fikrim yok. uyumadan önce ağladığımı hatırlıyorum babamın gelip, başımda bir süre durduğunu hastası şimdi uyu kendine gelirsin dediğini. ağlıyordum çünkü bi başkasının babasına bakıyormuş gibiydim kendi anne-babam olması gerektiğinin farkına varmıştım ama kim olduklarını unutmuştum. sonra aklıma capitol de kaybolduğum gün geldi o gün bir çift benimle çok ilgilenmiş, kadın ağlama , bulacağız anne-babanı demişti. acaba hiç bulamadık mı diye düşündüm, onlarla mı gitmiştim? bu yüzden mi unutmuştum?(bu olay olduğunda ben 4, hafızamı kaybettiğimde 9 yaşındaydım:S) çok ağlıyordum, ezgi de çoktan uyuduğu için ona da soramıyordum. durumun mantıksızlığının farkında değildim kesinlikle, ezgiyle beraaber kaybolmamıştım, o zaman bebekti. demekki annemle babam ölmüş diye düşündüm daha da çok ağladım sonra ağlamaktan yorgun düşüp uykuya daldım. sabah kalktığımda her şey normal gibiydi, ilk iş adetim olduğu üzere çizgifilmleri izledim tom ve jerry faslını da yaptım, nesquikli sütümü de içtim. ezgiyle rutin legolarla oynama işimizi de yaptık. öğleden sonra çizgi film faslını da. akşama kadar normal halime dönmüştüm. uykumda ve gün boyu bana hatırlamadığım her şeyi fısıldamışlardı unutkanlık perileri ve bana bu günü de unutturmuşlardı ta ki bir gün bu konu açılıncaya kadar.

hangisi daha kötü olurdu elinde olmadan unutmak mı yoksa unuttuğunun farkına varmak mı?


zihin berrak olmalı elbet ama aralarda boşluk bırakmayacak şekilde.

13 Eylül 2008

herkes kendi kaderini yaşar yar


saçma sapan bir ruh halim var. çok uyuyorum, bazen az yiyorum, bazense tabaktaki son kalmış pirinç tanesine çatal saplamak gibi hünerler göstermek istiyorum. her akşam 6 buçuk sıralarında geçen takım elbiseli pamuk şeker satan adamın " pamık şieker, caanım çieker" nidalarını duyup, onu görme telaşıyla L çizerek evin pencerelerine koşturuyorum. bazen akordeon çalan küçük çingeneler de uğrar sokağımıza ne kadar sofistikeyiz dönmedolap sokak sakinleri olarak. ama asıl asilliğimiz körler için yardım toplayan ve sokağımızın tam ortasında orguyla biz sokak sakinlerine balkondan müzik ziyafeti veren kör amca da yakalamıştık. ne asker uğurlamalarında ne de milli maçlarda sokağımızda böylesi bir duygu seli görülmemiş idi. kendi ruh halimden söz ederken sokak özelliklerimize değinmem ve kendimi bu kadar kaptırmam ilginç olabilir. bozkırkurdu kitabımın kapağını gördükçe, ilerde sahip olacağım koca başlı kangalımı ve yeşil arazili evimi gözümde canlandırmak istiyorum gerçekten. bir kitap kapağı bu kadar mı çirkin olur. dizi izleyip tatlı yemenin en büyük nimet olduğunu söylüyor, uludağ limonata ile esenlikler diliyorum.

9 Eylül 2008

kara delik



acaba diyorum CERN deneyi, binbir gece dizisinin sonunu getirebilir mi? bir kara delik açılsa ve diziyi tümden içine çekse fena olmaz, ha?

8 Eylül 2008

save the grace, save the world!


hayatımın ilk kez bir döneminde uyku halim uyanık halime fark atıyor. münzevi bir hayat sürdüğüm şu günlerde bundan pek şikayetçi olduğum söylenemez. aksine ağır ve melankolik havanın bir gus van sant filmi edasında olduğunu söyleyebilirim. bu durumun yan etkileri ise; sürekli bir baş ağrısı ve bulanık bi kafayla dolaşmama ayrıca -indie rüyalar- konusunda üstatlaşmama neden oluyor. bu sabahki rüyam gerçek bir altın ayıyı hakkediyordu sanırım.

kısaca özetlemek gerekirse rüyamı, sıcak bir yaz gününde, binaların iç içe girdiği garip bir kampüste birini arıyorum, ancak rüya kampüsüm pek ıssız ve gördüğüm birkaç tipinse gerizekalı olduğuna karar verip dönmeye hazırlanıyorum derken dersaneden deryaya rastlıyorum ve nedense aradığımı bulmuş gibi sevinip ona bir çırpıda bir kadının öldüğünü söylüyorum. sanırım birini arıyormuşum hissini yaratan bu kadındı ancak maksadım onun öldüğünü haber vermekti. sonra bir derse giriyorum ve hayatım boyunca tanıdığım tüm insanların birbirine geçtiği mor neon ışıkların aydınlattığı popomu acıtan eski tahta sıraların olduğu bir sınıfta sınav oluyorum, sınavın sosyal içerikli bir edebiyat ders türevi? olduğunu söyleyebilirim ve bu saçma sınavı tek ciddiye alan benim nedense. 4 sorudan, 3.süne flashback tekniğiyle gerçek bir roman yazıyorum, tabiki ölü kadın üzerine. adı: nermin, tam bir 90lar çalışan kadın tipine sahip omuzda biten düz saçları, tacı ve omuz askılı siyah-kahverengi karışımı deri çantası ve gri eteği ile. üniverisitede hoca, evli, bir kızı var 5 yaş civarında, çok mutsuz ve hayatındaki her şeyden kaçmaya karar veriyor kızını yanına alıp, ancak kızını kaybediyor daha doğrusu onu kaybetmek istiyor ve başarıyor ben hikayeye telefonu kullanmak için evin karşısındaki bakkal ali amcaya uğradığında dahil oluyorum, kızını kaybettiğini söyleyen bir telefon ediyor ve beyaz peugeot arabasına binip kayıplara karışıyor bense bakkaldan elimde gazete ile eve döndüğümde küçük kızla karşılaşıyorum, doğal olarak başıma kalıyor ve bir sürü görüntünün birbirine girdiği arayışım başlıyor ve kampüste noktalanıyor. en son hatırladığım ise sınav kağıdını bu hikaye yüzünden yetiştiremem, kalan iki soru için 10 dakika ek süre istemem ve sınavdan çıkan büşra ve sezenin hala yazıyor musun kızım, boşver diyen yüzleri ve uyanmam.

bir genç kızın gizli defterinden serranın deyimiyle iyi geceler, yedi cüceler!

1 Eylül 2008

penceremden insan manzaraları

sabah yatağımdan deprem oluyormuşcusuna fırlamam ve an itibariyle zortlayan deprem düşüncesinin pek mümkün olmayacağının kafamın içerisinde küçük havai fişek gösterileyle peyda olması ile kendime gelmem ile son buldu. kafamı resmen siken gürültünün kaynağını görmek için camdan baktığımda, iki adamın odamın duvarını delme manzarası karşısında ne desem boştu heralde. adamlara sesimi duyuramam sonrasında anne anne diye içeri koşup duvarımı deliyorlar diye haykırıp medet ummam hoştu cidden. annelerin çocuklarının duvarlarını savunmalarını izlemek yanında almodavarın kadın portreleri nedir ki? "abla, biz belediyeden geliyoruz, karşı duvarı da deleceğiz, araya halat atıp lamba takacağız müeendis işaretlemiş". belediyenin duvarımda delikler açması, benimse belediye mühendisine toslamam memleketimden insan manzaraları tandanslı sabahım, işçinin telefondaki babamın nasıl oluyor bu iş sorusuna, "abi valla süper oluyor araya halat, sonra lamba" cevabını yapıştırması ile son buldu. adamların iki saate yakın, pencere hizamda durmaları ise dönme dolap sokak sakinleri için şu dizeleri dökmeme vesile oldu:

"mahremiyet dediğin tek dişi kalmış popstar
lambayı belediye takar"