27 Ekim 2020

asla ekim gibi olmayan bir ekim günündeyiz. penceremden bütün istanbul trafiğini görebiliyorum. bir gün pencereden bakmayı tahayyül ettiğim manzara bu değildi elbet ama otoban izlemenin de gürültüsünün de hipnoz edici bir etkisi var. daha doğrusu benim gibiler için uyku getirici bir etkisi.

blog tutmadığım bunca yıl için küçük bir pişmanlık duyuyorum. eski yazılarıma bakarken mutlu oldum, kahkaha attım, üzüldüm, kızdım. okuduğum her şeyi yazmış olmam hoşuma gitti. bir zamanlar kafamın nasıl çalıştığını görmek değişik ama keyifli dedikleri türden bir şey sanırım. bir sürü de şey oldu hayatımda. neden hiçbir şey yazmadım arada, hepsi instagramın suçu mu? bilemedim.

bu bloga ilk yazıyı yazdığımda 19 yaşındaydım şimdi ise 32. 19 yaşında tasasız, her şeyin mümkün göründüğü bir hayatım vardı.32 yaşında ise her gün yeni bir tasa ediniyor gibiyim, çok az şeyin çok zor mümkün olduğunu da öğrendim. 

dün gece uykuda  gıcık tuttu beni, çok öksürdüm. covid19 kabuslarıma girdi. tüm sevdiklerimi gördüğüm son 1 haftada bu olmamalı diye sıkıntıdan uyuyamadım. belki de battaniyenin tüyü kaçtı boğazımda bir yere diye düşündüm. öksürük kesildi. 

çok garip zamanlar yaşadık son 8 ayda. post-apokaliptik filmlerin senaryosu içinde artık dünyanın bir parçası olmayan insanlar gibi olduk. kuralları zaten biz koymuyorduk da ilaç şirketlerinin ve döviz kurlarının karşısında kanıksanmış bir çaresizliği bu kadar hissetmiyorduk. iki kişilik huzurumuz, milyonların mutsuzluğuna umutsuzluğuna dönüştü son 8 ayda. aklıma hep "the road" filmi geliyor. filmdeki dünyada umut gerçekten yok, ama tüm umutsuzluk içinde umudun var olması gerektiği beynimize milyon kez farklı hikayelerde, filmlerde, anlatılarda kodlandığı için yol alıyor kahramanlarımız. hayat bildiğimiz tüm tanımların, formların ötesinde dümdüz bir dünyada sadece nefes alıp vermek için gidilen yoldan ibaret. bu filme bakarsak yakında niteliklerimiz sadece elimizdekilerden ibaret olacak. 

ben de elimdekileri tutmaya çalışıyorum. tüm mümkünlükleri deneyerek.

24 Kasım 2016

20.10.2013

sıklıkla yazmaya ara verdiğim doğrudur. beni unutmuş da olabilirsiniz ama ben arada blogunu hatırlamayı sevenlerdenim. o yüzden güncel bir yazı kaleme almak vacip oldu.

hala çalışıyorum. ekmeğimi taştan çıkarmadığım literatürde plaza insanı olarak geçen bir işim var. memnun muyum, hiç düşünmedim. işinden memnun olan kaç insan varsa toplansın, parti kursun, seçimlere gitsin, oyum onlarındır. 

akademik hayatıma devam etme kararı aldım hatta karar almaktan fazlasını yapıp öğrenciliğe başladım bile. avrupa ve uluslararası ilişkiler master'ı yapıyorum. ab üzerine yapılan esprilerin modası geçmiş olabilir, ama ben bu furyayı canlandırabileceğime inanıyorum. okulum yeni kurulmuş türk-alman üniversitesi. nerden duydun, neden burası diye merak edebilirsiniz. ama inanın okul binasının yerini bulmak tüm bu soruların içinde cevaplanması en zor olanı. ben bu okulda bir gelecek gördüğümü söyleyebilirdim ama okul öğrencilerinin beykoz ormanlarının arasında kurda kuşa gerçek anlamda yem olması ihtimali beni düşündürüyor okulun istikbali açısından. master programı pek bir renkli. bol gezmeli tozmalı cinsten. tabiki gezilerin hepsi akademik bir amaca hizmet ediyor. hocalarımın ne kadar donanımlı insanlar olduklarından söz etmek böbürlenmeye kaçacağından burada susuyorum.

11.10.2016

yeni hayatın tadı.

son iki ay içerisinde verdiğim ani kararlar sayesinde birtakım değişiklikler oldu. zaman inanılmaz değerli hale geldi, gidilecek yerler belli oldu, hedefler belirlendi ve onlara doğru küçük adımlar atılmaya başlandı. 

ani kararlar vermek ve uygulamak benim işim. sabırsız olduğum, karamsarlığa sıkça düştüğüm doğrudur. hangi noktada aydınlanma yaşıyorum bilmiyorum. bildiğim iyi dileklere ve bol şanslara inandığım. 

Kasım 2013

şu an saat 16:40 ve İstanbul'da güneş batıyor. güneşin kızıllığı çarprazımdaki birim müdürünün odasının duvarını boyuyor. gökyüzü gri. ama ben florasan ışığı altındayım. şu an dışarda olmayı çok isterdim. pekçok kitap sayfasının satırlarında betimlenen yalnız ve düşünen insan yürüyüşünü gerçekleştirmek isterdim. ama masam ve tekerlekli sandalye arasında, günü bitirmeyi bekliyorum.

yarın okula gideceğim okumam gerekenler ve yazmam gereken makalelerin sorumluluklarını bir kupa kahve ya da çay ile üstlenmeye çalışıyorum. ama gözüm nedense hep dışarda oluyor. yapacak hiçbir işi yokken yorgan altında film izlemek ya da kitap okumak dışında (yemek, uyumak gibi hayati ihtiyaçlarım hariç) bir şeyi yapmayı reddeden bünyem,  ne zaman işim gücüm olsa gidilecek film, gezilecek mekan arıyor. ama ilkokuldan kalma ödevini yapmayan çocuğun oyun oynarken/çizgi film izlerken taşıdığı suçluluk duygusu hala peşimi bırakmış değil. bazı alışkanlıklar insanı hiç terketmiyor resmen.

ilkokuldayken bulunduğumuz mevsimi anlatan bir resim çizmemiz istenmişti ve ben sonbaharı çizmiştim. bir kadın güzel bir caddede yürüyordu. kadını tam doksanlar modasına uygun olarak uzun desenli etek, tek omuza takılan çanta ve permalı saçlarla çizmiştim. caddenin üzerinde bir sürü dükkan da çizmiştim, manav cafe vs. manavdaki her sebzeyi çok ayrıntılı bir şekilde zamanın fiyat politikasını göz ardı etmeyen etiketler koyarak çizdiğimi hatırlıyorum. çünkü ben 8 yıl boyunca okula gidip gelirken her cuma günü semt pazarından geçmek zorunda kalır ve doksanların acımasız enflasyonunun gülümsemesini sildiği yüzlere şahit olurdum :PPP ta bi bir de inceden çiselen yağmuru ve kaldırımlar üzerindeki yaprakları ihmal etmemiştim. sonbahar deyince aklıma hep bu resim gelir ve neden bu kadar uğraşmak yerine koca bir lahana çizmediğime hayıflanırım.

10 Haziran 2016

günaydın

kadıköy'de arşınladığım her sokakta bir anı

yudumladığım her kahvede ayrı bir aroma

her gülümsemenin yanında bir tane daha var

uykudan önceki hayaller uzun

şimdi'ler çok kısa artık