8 Aralık 2012

cumartesi ekranları  yeterince gecemizi renklendirmeyince, çekmecenin bir köşesinde unutulmuş 20 sene öncesine ait aile vidyolarını içeren cdyi koyduk playere. 90lar vidyolarına gülen bir neslin bir ferdi olarak, 90lar modasına taytım ve entari modeli tişörtüm ile bizzat katkımı, vatkaları, kardeşimin bebekliğini, annemin hangi kafalarda yaptırdığı röfleli saçları, babamın döşüne dek çektiği şalvardan hallice pantalonu, dedemin bacak bacak üstüne pozunda elinde düşürmediği tarhana poşeti ve çatır çatur tarhana yemesi, rahmetli anneannemin kardeşime mani söylemesi, babamın kucağındaki kardeşimin ayağını severek öpmesi, yengemin omuzda vatkalar yürüyüşü, dayımın gurbetçi kamerası ve şortu, büyük kuzenimin en küçük kardeşine dondurma yedirmesi, ortanca kuzenimin elinde he-man kılıcıyla alman aksanıyla hakan peker'den hey corç söylemesi...

20 yıl çok çabuk geçmiş lan. erkin koray haklıymış abi. nasıl geçti seneler lan birden bire. haksızlık.

7 Eylül 2012

Sabah haberlerinde 25 insanın patlayarak ölmesini izleyerek güne başlayabiliyoruz. Bu kanlı sabahı takip eden saat ve günler içerisinde, yapılan açıklamalarla muhimmat depolarında yaşanan patlamaların olağan bir durum olduğunu, dünyada benzerlerine Pakistan, Hindistan vs. rastlandığını öğrenip durumu daha da olağan karşılamaya davet ediliyoruz.

Ben olağan karşılayamıyorum bu durumu. Kendimi orada ölenlerin anne babaları, eşleri, çocukları, dostları yerine koyma cüretini de gösteremiyorum. Dünya üzerindeki hangi olasılık hesabı benim canımın canını ölümünü olağanlaştırabilir? Hangi haklı düzen bana bir insanın patlayarak ölmesini izah edebilir?

Mehmet Akif, " şüheda fışkırır, toprağı sıksan şüheda" diyor ya, belki kana doymak bilmiyor toprağımız, ama biz izlemeye doyamadık bir türlü, vicdanlarımız kurudu gitti belki, eh insanlığımızı da bir yerlerde kaldırıp çöpe atmış olmalıyız.

"Vatan sağolsun" diyoruz ya da "dedirtiriyoruz" ya vatan o kadar kanlı canlı ki maşallah kimsenin bir şey umrunda değil. Çünkü iki siyah kurdela bağladık mı iki dövündük mü bir insanın eline bir silah daha tutuşturup can almaya yolladık mı, sen sağ ben selamet vatanım.

2 Eylül 2012

Serzeniş dolu bir yazı!

30 Ağustos'un gelip geçmesiyle, Ulusal Bayramları kutlayan ya da kutladığını iddia eden coşku dolu ve törenlerin stadlardan çekilmesine tepkili, reis-i cumhurun sabah törenlerine teşrif etmemesini iç mesele haline getiren bir kitlenin fiziksel ve düşünsel varlığına önümüzdeki her sene için senede 4 defaya mahsus olmak üzere maruz kalacağımıza eminim artık. Kent çikolataları Müşfik Kenter'in sımsıcak sesini kaybetmiş olabilir ama "Nerde o eski bayramlar, kırmızı rugan pabuçlarımı artık bulamıyorum" temasıyla hitap ettiği  "ama  tenim de giderek bronzlaşıyor, ayaklarım suya değiyor"  kitlesi yerine neden "bu bayram da edebilikten yoksun şiirleri okuyamayan çocuğum, coşturamadı okul bahçesinde kitleleri" kitlelerine yer vermiyor ki? Maksat tüketiciye tükettirmekse 4 bayramdan yenecek çok ekmek bu işte.

"Milli Bayram" kavramını birileri açıklasın bana, şu yazının altındaki yorum kutucuğu bu blogtaki en kıymetli görevini üstlenebilir böylece sayın okurlar. Nasıl kutlamak, ne yapmak isterdiniz bu günde. Stadlarda öğrencilerin ergenliklerini daha da komik duruma düşüren kıyafetler eşliğinde, demode müziklerle anlamsız figürleri buluşturmaları mıydı, sizi beni onu tatmin eden? Hadi onu geçtim, bağımsızlığın ve egemenliğin teminatı en olmadı sembolü bunlar mı gerçekten? Bi bayram çıkarması yapayım iyisi mi.

23 Nisan'da devlet erkanını terk-i koltuk eyletip, çocukları bir güzel paketleyip oturtuyoruz o koltuklara. Dünyanın dört bir yanından (en azından ben öyle sanıyorum) çocuklar getirip dansettiriyoruz. Ne güzel. Bayram havasına uygun. Peki ya sahip çıkmadığımız çocuklar varlıklarını görmezden geldiğimiz hadi hasbelkader unuttuğumuz? Yamulmuyorsam Mustafa Kemal, bu günü bütün çocuklara armağan etmişti dimi. Zümrelerin çocuklarına değil. Avmlerde gün boyu çocuklarınızla tıkınınız diye değildi bu gün sanki sayın anne babalar.

Bir de 19 Mayıs vardı. ADI ASLINDA GENÇLİK VE SPOR BAYRAMI. Ama bir Allah'ın kulunu spor yaparken görmediğimiz, genç dimağları geçen seneye kadar stadyumlara yığıp demode müziklerle anlamsız dans figürlerini buluşturmalarını izleyip ve yine bir Allah'ın kulunun çıkıp "olm siz napıyorsunuz" demediği bayram. Yahu o kadar sahipli ise bu bayram, adına bir "spor etkinliği" düzenleyin dimi. Saçma sapan tamamen "totaliter rejimlerin toplum üstüne yansımaları" olan bu stadyum etkinliğini silip atın milli hafızadan.  Sporu sadece ekrandan izleyen, madalya alamayan sporcularına atarlanan bir milletiz Allah aşkına, bir de üstüne spor bayramı kutluyoruz.Bir maraton olur, turnuva olur düzenleyin dimi. En azından yapılan işin bir manası olur. Adına yaraşır bir şey yapılır. 9. sınıfta bu saçma sapan törenlere ben de kurban gitmiştim. 2 ay boyunca derslere girmiyorduk bunun yüzünden ne güzel dimi. Aman fizik, matematik, edebiyat öğrenmesinler de yeter ki dansedebilsinler mantalitesini gördük. Gördük de ses edemedik. Ah ah.

30 Ağustos'ta şahsen ne yapılabilir bir önerim yok. Bu bayramın talihsizliği yaz tatiline denk gelmesi. Okullarda öğretmediler abi, napcaz bu bayramda. Şiir okusak banal, bayrak alıp meydanlara koşsak o zaman Cumhuriyet Bayramı'nda napcaz. Bir bayrak asıp çıkıyoruz işin içinden en kestirmeden.

29 Ekim, kimsenin kaçarı yok. Alaylar mı dersin, boş kalmayan meydanlar, göğü kaplayan havai fişekler mi dersin, üstüne bir de Kenan Doğulu'dan "Onuncu Yıl Marşı"nı ekle tamam verdik coşkuyu. Ama bu bayramın talihsizliği de ideolojik coşku yansımalarına kurban gitmesi. Birtakım kitlelerin cumhuriyet yalnızca onlar için ilan edildi zannedip gaza gelmeleri, tivitlerle durum güncellemeleri ile millete ayar vermeleri. Bunlar da neyin kafasını yaşıyor bi fikrim yok. Yakında "bayramıma dokunma" yazan tişörtlerle meydanlara çıkacaklar diye bekliyorum. Neler gördük, işittik şu ülkede.

Milli bayram mı dediniz? Yazdım ya abi o kadar yukarda.

28 Ağustos 2012

Bir zamanlar deli gibi House izliyordum. Tabi her zaman akıllı bir deli ya da sosyopatla karşılaşmayan her yurdum insanı gibi ben de müptelası ve House'u doktorların ilahı yeryüzündeki insanların en manyağı olduğunu düşünüyor idim. Neyse House'u 7. sezonunun ortalarında bıraktım. Nerdeyse bir Bizimkiler dizisi olmaya adaymış sezonsallık bakımından. Bıkmıştım artık House'un triplerinden Vicodin de Vicodin diye tutturmasından. Sinir bozan çocuklar vardır ya evlat olsa sevilmeyecek tiplerden, House da artık öyle geliyordu bana.  Neyse girizgahı bu kadar uzun tuttum ama bu karakteri bir zamanlar bu kadar sevmiş olmamın altında hiçbir yere varmayan tatminsizliği, en olmayası ya da en olası her şeyde yakaladığı ya da gelip onu bulan anlamsızlığın aslında kimseye dolayısıyla da bana o kadar da uzak olmayışıydı. Neyse bu yarıda bıraktığım sezonun bir öncesindeki sezon finalinde House'un artık o çok güvendiği aklının ona oyun oynaması deyim yerindeyse kazıkların en büyüğünü kendinden yemesi  ve en yakın arkadaşı tarafından akıl hastanesine götürülürken çalan şu şarkı ve görüntüler şu günlerimin marşı gibi bir şey. Aslında basit ve sıradan rutinlerin hayatında yer almasına duyduğun özlemi, o rutinlerin senin hayatının bir parçası olmayacağını anladığın anda farketmek bence House'un dolayısıyla insanoğlunun en büyük modern dramıdır bence.


23 Ağustos 2012

Evde yalnızken Zeki Müren dinlemek beni kat be kat efkarlandırıyor. Sigaram yok, içkim yok o yüzden efkarımı atmak için şarkılara yüklendikçe yükleniyorum. "Gözlerin doğuyor gecelerime" sadece keder, "Seni sordum yıldızlara" saf hüzün. 

Ben sana yetişemeden öldüğün için gücenesim geliyor sana Zeki Müren. Gidişinle harap olmuşuz da ne senin ne de bizlerin haberi olmuş gibi, seni dinledikçe.

13 Temmuz 2012

Rüyamda bildiğin hamileydim. Kızım karnımın içinde ellerini karnıma dayamıştı ve karnımın yüzeyinde resmen belli oluyordu elleri; ben de dışardan ellerimi onun ellerinin üzerine koyuyordum. Nefesim kesilecek kadar heyecanlıydım. Sonra yapış yapış bir geceye berbat bir karın ağrısı ile uyandım.

14 Haziran 2012

Sanırım yaşadığım her yaz bir önceki yazın devamı ve baharları aslında yaşamıyorum ve kışlarda da reklam arasında gibi hissediyorum. Aslolan hayatım 14 haziran gecesi gibi hiçbir isteği ve zevki uyandıramayacak kadar sıcak ve boğucu ve genel olarak da sürekli ılık duş alma ihtiyacıyla dolanan tiplermişiz gibi geliyor ya da avize altında aptal aptal daireler çizerek uçan meyve sinekleri gibiyiz. Sinekler o avizelerin altında birbirinin kıçının ardına düşmüş neyin peşindeler gerçekten? Bir forensic entolomogist Gil Grissom olacak değildi şu hayatımda beni bu sorunun vehametinden kurtaracak -burada gil grissomu gugullamak size düşer beyler benim kadar csi serileri izlemediyseniz, ki bence toplasam izlemekle aylarımın gittiği bu seriler, sizle beni yine de bir ortak payda da toplamayabilirdi hani.-

31 Mayıs 2012

Kaç gündür midem kalka kalka okuyorum, dinliyorum kürtaj hakkında yazılıp çizilenleri. Artık hayret etmiyorum, edemiyorum. Ama bir kadın olarak bedenimin bu kadar işgal edilmesine yeter diyorum. Sokakta, otobüste, tramvayda, tenha bir sokaktan geçişimde, telefonda, televizyonda, kanunda, okulda işgal edilen benim. Attığım her adımda kadın olduğum için zayıf olarak görülen benim. Rahmi benden çok düşünülen yine benim. Doğmamış çocuklara anne olmaya zorlanan yine benim. Tecavüz gibi telafuzu fiili kadar alçak olan bir insanın yaşayabileceği en acı dramı ağızlarda gündelik sıradan bir olay gibi bahsedenlerden, tecavüz bebeklerinin doğrulmasını zikredenlerden, uçkurlarının gölgesinde siyasetini ve ibadetini yapanlardan oynadıkları bu kirli oyunun vebalini üstlerine alırlar umarım.

Bosna'daki yüzlerce tecavüz mağdurunu bir rol model olarak ortaya koymak nasıl bir ahlak anlayışının, nasıl bir insan hakları savunuculuğunun timsalidir? Tecavüz mağdurlarını doğurmaya zorlamak nasıl bir vicdansızlıktır? Babanızın bir tecavüzcü ve annenizin sizi doğurmaya zorlanmış olduğunu bilerek yaşamak nasıldır hiç düşünüldü mü? Devlet bu güne kadar hangi tecavüz mağduruna sahip çıkmış ki, doğmamış bebekler mezarlığını vicdani bir mesele haline getirmiş!!!

21 Mayıs 2012

Büyükbabamı kaybettim. Bu güne kadar aldığım her yaşta varlığınu bildiğim, sohbetini tattığım, anılarını dinlediğim, elini öptüğüm, anlattığım. Ailemin en yaşlı, en sağlam ağacı yok artık.Gidişini anlayamadım, son kez gördüğümde soğuk alnından öptüğümde bile yaşamadığını anlayamadım. Bi daha göremeyeceğimi, onun gidişiyle ailemin bir devrinin kapandığını, bir kanadının tamamen yok olduğunu anlayamadım. Şimdi evinin her önünden geçişimde boğazım düğümleniyor, babamı her görüşümde, kendi babasını toprağa verirkenki hali gözümde beliriveriyor. Her konuşma sessizlik içinde geçiyor. Her kelime havada donuyor. Her anı, her anımda yokluyor. İlk ölüm değildi gördüğüm ama bu defa çok farklı oldu, çünkü aile bildiğim kalede en sağlam duvar göçtü.

2 Mayıs 2012

1 Mayıs 2012'yi tarihime vahşeti yaşadığım gün olarak düşeceğim. Bu gün dermatologa ayağımdaki iğrenç geçmek bilmeyen siğillerim için gittim, evet siğillerim mevcut idi, benden iğrenebilirdiniz ama geçti. Kesmeli, biçmeli doğramalı filmler, görüntüler izlemeyi doğama aykırı bulan ben bu gün 1 saatliğine muhtemelen bu tip filmlerin ilk 1 saatinde ölen o sarsak eleman oluverdim. Önce doktorun iki ayak başparmağıma kocaman iğneleri sokup beni acılardan acılara koşturmasına izin verdim. Bir de değil her iki parmağıma da üçer kez yaptı lanet olasıca iğneleri. Sıktığım yumruklarımı kadının suratında patladığını hayal ederek, yakma aşamasına geçtik ki, alet ayağıma değer değmez ben "hissediyoooruuuuuuuuem (allahsız kadın), hani uyuştur... cümlemi bitirmeme fırsat vermeden anında uyuşturan iğneyi yine sapladı. Ardından bana değdiği anda coslayan demir, burnumdan soluduğum yanık et kokum, sıkmaktan kilitlenen parmaklarım ve acıdan artık yüzümden çıkıp yerlere yuvarlanan gözlerim ve ne kadar uyuşmuş olursa olsun bir kısmını hissettiğim kabus yakma aletiyle ve 10'a kadar 72 kez saydığım  yaşamaktan nefret ettiğim bir saat geçirdim. Bittiğinde üstüne basamadığım ayaklarıma bakıp, bir umut ne zamana geçecek (ama hala ağlamıyorum o raddedeyim, çünkü basbaya hissettiğim YANIK ACISI ve asla 1 geceden önce geçmeyeceğini tecrübe etmişliğim var.) diye sorduğumda bir ağrı kesici veririz geçer biraz olur ağrısı diyen kadına parmaksız kal emi diyecektim. Otobüse kadar güç bela yürüyüp ben daha biner binmez yaşlı, cılız amcanın bana anında yerini vermesini de hiç unutmayacağım çünkü o ve tabiki annem hariç ama ben dahil bütün otobüs öküz insanlardık özümüzde. Artık acıdan birbirine geçen duygular hormonlar vücutta ne varsa işte neticesinde, ben oturur oturmaz ağlamaya başladım çünkü oturdum ama basamıyordum ve yaşlı amca bana yerini vermiş, anneme beni soruyordu. Yaşlılara hep yer vermeliydim. Yol hiç bitecek gibi değildi, ve otobüs durmadan insan alıyordu annem de aslında otursaydı keşke onun ayakları ağrırdı hep, ben bu otobüsten nasıl inecektim acaba, ilaçlar kesecek miydi bu ağrıyı, derhal almalıydım, önünden geçtiğimiz her eczane kapalıydı neden, çünkü bu gün 1 Mayıs. Vahşet.

25 Nisan 2012

İnsan hastayken sadece ve sadece annesini isteyebiliyor.

20 Nisan 2012

Film festivalleri yazılarını sevmiyorum çünkü ben ne zaman film festivalinde bir film izleyecek olsam çeşitli açılardan en kötüsü diye tabir edilecek filmlere yıllardır gitmeyi başarıyorum. Seçerken diyorum ki şu en hitlerden seçmeyeyim, bu adamlarda oturmuş çekmiş, birileri oynamış, izleyen birileri de ben olayım diyorum sonra olan rumence kedileri "PİSUKA" diye çağırdıklarını öğrenmem oluyor.

Film festivallerinin düzleştirdiği adam olarak bloga olan notum:

Torrent varken niye kasıyor bilet kuyruklarına girip, ortak bir seans bulmaya kasıyorsak zaten.

14 Nisan 2012

Sabah 7.30da uyanıp bir şekilde 10 da başlayan mesleki eğitime geç kalmayı başardım. Sınıfın olduğu kata çıktığımda sebilin önünde çok taş bir adam durmaktaydı, bir bardak su alıp "dersi lütfen bu gün bu adam anlatsın" diye içimden geçirdim. Dileğim kabul oldu, birbirinden sıkıcı ve katılımcıların uzatmasıyla da kabak tadı veren konuları adamdan gözlerimi ayırmayarak dinledim. 40 yaşıma geldiğimde ben de böyle fit, dik,kariyer sahibi ve mizahsever olacağım diye kendi kendime söz verdim. Kırık şemsiyem ile yolda bir sıçana döndüm. Eve geldiğimde sefil ayakkabılarıma biriken suyu boşalttım. Kuru giysiler giyip, biraz televizyon izleyeyim dedim. Baktım Harry Potter ve Ölüm Yadigarları var. Hava yeterince yağmurlu ve karanlık ve Brit aksanlı ve de ne çok severdim dedim hergeleyi bir vakitler, babamın kuruyemiş torbası da eklenince.

10 Nisan 2012

İşe gelirken kulaklarımı yolda bıraktım. Rüzgara teslim ettim, ya düşecek ya da kopacaklardı soğuktan. Puslu Kıtalar Atlası'nı  okuduğum bir lise gecesinde, hayatıma yerleşen en anlamsız korkularımdan biri bu oldu. Soğuktan ya kulakları ya da burunları düşen yeniçeriler. Hayatımda daha korkunç bir şey okumadım sanırım o güne kadar. Fanus ofis ortamında uğuldayan kulaklarım herkesin herkesin arkasından konuştuğunu düşündürüyor şimdi bana.

Geçenlerde en sevimlisinden "Angaralı" ofis arkadaşım, ahizeyi tutan sol elini sağ kulağına götürmek gibi telefonla konuşma işini komplike hale getiren üstadımız için "O sol kulağını kullanmaz." yorumunu yaptı. Öyle böyle yani.

1 Nisan 2012

Geride bıraktığımız gün benim doğum günümdü.Doğum günü insanı değilimdir hiç ama bi sözüm var, çok yaş aldım durayım artık, 24 çok ideal birkaç sene durabilirim. Zaten 24'üm dediğimde kimse inanmayacak, çok geriden gelen  bir görüntüm var (aslında alt yazıda bodur piliç her daim tavuk diyorum). Hiçbir doğum günümü önemsemedim ancak bu sefer mezun olduğum ve iş hayatına atıldığım için kendimi daha bir ununu elemiş, eleğini asmış hissettim. Karışanım edenim de olmayınca artık, oturaklı bi insan mı oldum acaba? Oturaklıyı da kendime sıfat olarak seçtim ya utanarak klavyeye varıyor elim artık. 
Bu çalışan evlada karışılmaması meselesini de irdelemek lazım esasında. Yıllarca ordan şu saatte gel, odanı topla, şunu ye, nerdesin, kiminlesin, niye bunu aldın diye her türlü söz düellosuna girdiğim sevgili anne-babam, bir anda beni unuttular, beni ailenin çocuğu değil de ferdi olarak kabul etmişler yani, elim ekmek tutunca adam oldum mu nedir? 
Bir de bu sabah, sinema seminerine dersu uzzulayı izlemeye gitmeyip, he-man izledim neyin peşindeysem artık. İzledim ama çocukken ben ölüyordum bu he-man she-ra için ya, oklavaları kılıç yapıyor gölgelerin gücü adına diye kardeşimle, kuzenlerimle tepiniyorduk da kırmızı slip donlu bronz he-man ve sahil güvenlik ikizi she-ra çok tırtmış seneler sonra, bunlarla büyümüş olmamalıydık ya. 

21 Mart 2012

halihazırda 1 haftadır çalışmakta olduğum yeni işyerim, yaptığım başvuru ilanına kariyer sitesi aracılığıyla, özelliklerinizi takdirle karşılamaktayız, ancak başvurduğunuz pozisyonla ilgili değerlendirmeniz olumlu sonuçlanmamıştır diye bu gün cevap atmış, ben de bu performanslarını takdir ediyor, başarılarının devamını diliyorum.

herkes bir rahmi koç tandansı yakalayamıyor şu hayatta.

!!!never trust hr department!!!

10 Mart 2012

Bu gün istifa ettim. Bütün hafta Levent'te ve Üsküdar'da istifam konuşuldu, yazıldı çizildi. Sıkıldım.  2 tane ayar yedim biri patronumdan diğeri babamdan ama başımı eğmedim. Aldırma gönül de demedim. Sinop Cezaevi'ni gördüm 2010'da ve gördüğüm en berbat yer olduğuna karar verdim. 2012'de hala gördüğüm en berbat yer orası. İş arkadaşlarımı işten ayrıldığım gün facebook'tan ekledim. Bence de süper bi ilişkimiz vardı. Verdiğin sözü tutmadın diyen babama,  kaç tane verdiğin sözü atladın? Kimseyi yüzüstü bırakma diyen patronuma, kaç kişiyi çiğnedin?

Herkes bir şey öğretmeye çalışıyor, ben de öğreniyorum. Her zaman.

11 Şubat 2012

Haftada on kere motora biniyorum. Turnikeden hışımla geçip, basamakları hızlıca çıkıyorum. Oturduğum noktadan insanları izliyorum, suratlarına bakıyorum, kimler diye düşünüyorum. Bazen deniz mavi bazen bulanık bir yeşil görünüyor. Bazen dalgalar beyaz köpürmüyor. İki kıyıdan biri hep arkamda kalıyor. O zaman düşünüyorum, hep iki kıyıdan birindeyken, binmediğim her motorun ardından, bir gün bütün sevdiklerim benim hiç binemeyeceğim bir motorun arkasından bana gülümseyecekler, el sallayacaklar ve beni o kıyıda hiç kalmak istemediğim bir halde bırakacaklar.


4 Şubat 2012

Shame.

Dün akşam yazmaktan ve içinde bilemediğim oranlarda yün karışımı bulunan kazağımın da etkisiyle elektrik yüklenmiş bir halde, dokunduğum her metal yüzeyi çarparak tuvalete indim. Hedefim gün boyunca damıttığım su, kahve ve çayları boşaltmaktı. Ama olmaması gereken bir şekilde elim,bir metrekare bile olmayan tuvaletin içinde nereye gidemeyeceğini bilemeyerek, cebime çarptı ve telefonum klozetin içine düştü. Elimi hiç düşünmeden daldırıp telefonu aldım. Acaba suya tutsam mı diye düşündüm sonra vazgeçtim kuruladım, süzebildiğim kadar suyunu süzdüm. İşten çıktım, bir Turkcell bayisine girdim. Telefonumu suya düşürdüm, kurtarın dedim, bir gün boyunca bir kavanoz pirincin içinde beklet dedi sesinde Rutkay Aziz'lik olan adam. Eve geldim telefonu pirince yatırdım.

Soranlara da telefonumu yolda suya düşürdüm dedim.

Bu gün eve geldim, telefonu çalıştırdım, cillop gibiydi.

Annem pirinçleri atmayıp kuşlara vermek istedi, ona fırsat vermeden pirinçleri çöpe attım.

Son.

1 Şubat 2012

Tarihe not.

30.01.2012-03.02.2012 haftasını hayatımda gördüğüm İstanbul'a en çok kar yağan kışta, working class hero olma vesilesi ile sabahın ve akşamın köründe cebelleştiğim yollar, hiç oynamadığım kar, bir takım ısı yalıtım kıyafetleri ve nerede ne zaman kırdığımı hatırlamadığım kırık dişimin sancısı ile hatırlayacağım.

16 Ocak 2012

İyi uykular.

İlk pazartesi sendromuma doğru uyuyacağım birazdan. Havada hüzün mü var ne? Geçen yıl bu gün, İngiltere'deki ilk gecemdi. Londra'da Belgravia'da bir hostelde, üzerime kirden kararmış beyaz yorganı örtmeyi reddetmiş bir halde montumla uyumaya çalışıyordum. Sağımdaki, solumdaki, tepemdeki kısaca dört bir yanımı çevrelemiş İspanyolların gürültüleri, avaz avaz bağırmaları ve tepinmeleri arasında, olmayan fiş dönüştürücüme, bir gıdım yol almamış olduğum ve 3 gün içinde vermek zorunda olduğum İran Devrimi paperıma ve  gecenin o vaktinde tek tük seçebildiğim İspanyolca kelimelere lanet ediyordum. Ranzanın üst katında yatarken dışarıyı görebiliyordum, sokak lambalarının eşliğinde. Hostelin bulunduğu Belgravia caddesindeki bütün binaların bembeyaz olmalarına, güzel kapılarına ve dapdar merdivenlerine, kocaman pencerelerine, yüksek tavanlarına bakıp mutlu olduğumu anımsıyorum. Başka bir yerde olmanın yabancılığının mutluluğunu ve üzüntüsünü aynı anda hissediyordum. O gece evde yatağımda olmayı hayal ettiğimi hatırlıyorum, bu gece ise Londra'da o hostelin 2. katındaki caddeye bakan 4 kişilik odasındaki 4 nolu yatakta olmayı ve dışarıyı izleyip uykuya dalmayı hayal ediyorum. Bu sefer temiz bir yorgana da itirazım olmazdı tabi.


14 Ocak 2012

İkiyüzlü

Can Bonomo, Eurovizyon'da Türkiye'yi temsil edecek diye başlarını vurmadık kapı duvar bırakmayan her şeyin en iyisi cengaver ayrım-yapmadan-durmayan Türk milliyetçileri, Lefter Küçükandonyadis ölür ölmez Türk futboluna katkılarından ötürü methiyeleri art arda sıraladıklarına göre, bir dakikalığına düşünebilirler mi?

Ama iyi düşünsünler.

4 Ocak 2012

Maddeleme

Parasızlığımı biriktirdiğim günlerimden kalan anekdotları toplayayım dedim, tembellik edip yazmıyordum ne güzel.  Mecmua işi maddelemelerime gireyim. Blogger beni beğenmeyip maddeleme dememin altını çiziyor, varsın ama ben maddeleyeceğim.

* Tarihimizin yıl hanesi henüz 2011'i gösteriyorken, gündüz kuşağının (bayılırım televizyon dili kullanmaya) en uğrak yeri olan bir kadın programı izliyordum. Programda bir kadın vardı astrologmuş, ben dizi oyuncusu olduğuna yemin edebilirdim oysa.Özet geçeceğim bir sürü gezegen anladığım kadarıyla hepimizin yoluna taşlar koymuş sayın koçlar. En başta da Satürn. Oysa ne güzel gezegendin Satürn. Ay Savaşçısında en çok seni severdim. Ama hem uğursuz hem vefasız çıktın. Senin yüzünden bu yıl hiçbir işim düzgün gitmemiş, daha da böyle gidermiş. Hayata küseceğim senin yüzünden, Satürn çık yolumdan.

*Yılbaşı gecesi elektriğimizi iki kere keserek beni kanal kanal dolaşan Kibariye ve ekürisi Kubat'tan mahrum bırakan sayın elektrik idarecilerine buradan teessüflerimi bildiriyorum. Düetlere doymadım ben.

* Dedemin daha 1 Ocak'ta belirlediği  yılın sorusu: "Bu gün ne giysemi kim kazandı?"

*Üsküdar'da git gitgide artan turist, exchange öğrenci profili sayısı merakımı daha da kamçılıyor. Sözkonusu olan nasibini alamadığım büyük Türk misafirperverliği değil elbet, sadece neden ÜSKÜDAR diye sormak istiyorum. Geçenlerde sokağımızın hiç de ilginç ve turistik değeri olmayan tarihi eserliği çoktan ölmüş kısmında bir takım turistler gezinmekteydiler, boyunlarda görgüsüz devasa Canonları ile. Nerden buldun be adam buraları ya da benim göremediğim neyi görüyorsun o mavi turist gözlerinle. Pazarda kudret narı inceleyenini bile gördüm varın siz düşünün gerisini.

*Sapkınlığın bu kadar normalleştirmeye maruz kaldığı bir yer daha var mıdır acaba? İmam nikahı gerçeği 11 yaşındaki çocukların "çocukluklarına" tecavüzünü kabul edilebilir mi kılıyor gerçekten? Hiçbir tıbbi açıklamaya dayanmayan kemik yaşının büyüklüğü iddiasının, hasbelkader kemik yaşının 12,13,15,16,17 çıkması halinde o çocuğu gözümüzde daha da"çocuk" yapmayacak öyle mi? http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1074832&CategoryID=77

*Bu yazıya başladığımda işsiz ve tembeldim, şimdi işim var ve tembel olmayabilirim. Artık editörlüğün karmaşık ve acımasız dünyasına adım atmış bulunuyorum. Bana şans dilersiniz belki, ben de size çay ısmarlarım olur mu?