14 Aralık 2013

içimde bir belirip bir kaybolan yazma isteğimi kaybetmeden bir şeyleri kayda geçirmeyi istiyorum buraya.  mesela omuz ağrımı. sol omzumda ve kürek kemiklerim arasında yere paralel bir çizgi halinde bir ağrım var. ama hep ağrıyor. sabah kalktığımda. oturduğumda yattığımda. kaykıldığımda. bana aşırı acı vermiyor ama ağrıyor. hiçbir medikal derecem olmasa da ağrımın kaynağını google sağolsun teşhis edebilirim. çünkü ben de merak ettiği, aklına gelen her şeyi ama her şeyi googlelayan, beynini görüntü ve bilgi kirliliğine boğan o ekran sapıklarından biriyim. neyse ağrımın iki kaynağı var bence: birincisi elbetteki yeterli hareket eksikliği. tıbda böyle bir tanımlama olmayabilir. ama ben sosyal bilimciyim. benim teşhislerim gözlemlerimden yaptığım çıkarımlara dayanır sadece. hep aynı hareketleri yaparak hayatını sürdüren bir yaşam formuna dönüşmemin kaçınılmaz yan etkilerinden biri de bu sanırım. ikinci sebep: birikmiş sorumlulukları yerine getirmeme stresi. lan haftalardır avrupa birliği ile yatıp kalktım hala bir makale yazmayı bitiremedim. işten eve gelince yorgunum dedim vurdum kafayı yattım. sabah 5'lere alarm kurup, alarmı kapattığımı hatırlamadan kafayı vurdum yattım yine. sonuç birikmiş stresin sırtımdaki gergin hali. bu gün tüm zorluklara göğüs gerecek şekilde kalktım, elektrikler kesikti. hay şansıma dedim. üzerinde durmadım ve yine akşamı ettim.

bir de dün hobbit'in ikinci filmine gittim. lotr çok severim. manyak fanlarından değilim. hayatımda ilk kez bir kitabın önsözünü okumaya kalkıştım. o da lotr'un ilk kitabıydı. kitabı yakasım gelmişti. neyseki ortaokuldaydım ve çok para vermiştim. ama ergen halimle kendimi orta dünya'daki her ırktan biri olarak  76 kere falan hayal etmişimdir seriyi okurken ve izlerken. hobbit'i okumadım. sırf orta dünya'yı bir kere daha göreyim diye filmlerini izlemeye koyuldum ve ikinci filmi izlerken dostum hikaye nerde? dedim. 3 boyutlu film diye dünyanın parasını veriyorsun sadece 3-5 güzel görüntüyü peş peşe izlemek adına. ama hikaye yok. gerçekten.

şimdi avrupa birliğine geri dönebilirim.

14 Kasım 2013

dün gece ortaokul sıralarında lise arkadaşımla oturduğumu, üniversite hocalarımın koridorda gezindiğini, liseden edebiyat hocamın bize imdb'den 2.7 almış çok kötü bir film izlettiğini, filmin soundtrackini yapan gruptan (ingilizlermiş tabiki) iki kişinin iki sıra arkamda oturup she is sixteen diye bir şarkıyı bağıra bağıra söylediklerini, elemanlardan birinin diğerini dürterek abartma dostum dediğini gördüm.

bu blogdaki yanmış beyin hücrelerimi gösteren saçma rüyalarımı kaçıncı yazışım. bazı şeyler hiç değişmiyor azizim demek istemiyorum ulan!

21 Ocak 2013

7 yaşındaydım. Kuzenim bisikleti ile bir güvercine çarpmıştı;hayvanlara dokunamadığı için de bir arkadaşı bizim apartmana getirmişti. O kuşa dokunamadığı için bodrum katta ona ben bakmaya başladım. Yemini, suyunu eksik etmedim. Büyükbabamın tavuk yemlerinden düzenli olarak çalıyordum. Bir de şu an nerden geldiğini hatırlayamadığım bir meyve sandığını ona yuva yapmıştım. Kül tablasından yemliği ve suluğu vardı. Suyunun içine sıçınca acayip sinirleniyor, hemen suluğunun içindeki ve sağa sola yayılmış boklarını temizliyordum. Çünkü iyileşmesi için öncelikle temiz bakılması gerekiyordu. Kanadını sarmayı becerememiştim, nasıl yapılır bilmiyordum. O zamanlar google yoktu ve Meydan Larus ansiklopediler de bu konuda bir şey içermiyordu doğrusu. Her gün kanadını okşuyordum elimden tek gelen buydu. Bir de iyileşeceğini söylemek. Annem güvercini her gün atmam konusunda bana kızıyordu, apartmanı temizlemeye gelen Ulviye Teyze'den gazı alıp. Herkes kızıyordu bana. Bok temizlemekten gına gelmişti biraz. Hayvan durmaksızın sıçıyor gibiydi. Sonra sokaktan birkaç çocuk benim bir güvercinim olduğunu görmüştü. Hep bodrum katta tutmuyor, gündüzleri güneş görmesi için apartmanın önüne çıkarıyordum. Çünkü "Güneş girmeyen eve doktor girer." sözünü daha birinci sınıfta sözlük anlamıyla kapmıştım. Çocuklardan birini güvercinimi çalarken yakaladım, tabiki kaptırmadım. Apartman kapısına "Kuşun Kuralları" diye 5 maddelik bir şey yazmıştım. İlk madde "BEN OLMADAN ZİYARET EDİLEMEZ"di. Ulviye Teyze'nin isyanları sürüyordu, bir de şimdi "kız kuştan hastalık kapacak" söylentisini çıkarmıştı. Elimi çabuk tutmam gerekiyordu. Bodrum katta eski bir halıfleks birkaç eski koltuk minderi bulmuştum. Onları güzelce yerleştirdim. İlacım yoktu kırık kanat için ama bu kuşun bir an önce uçmayı öğrenmesi gerekiyordu. Her gün ona uçma talimi yaptırmaya başlamıştım. Cetvelle yüksekliği belirliyor sonra kuşu kucağıma alıp, önce kanadını okşuyor sonra yavaşça yere bırakıyordum. Pır pır ediyordu kanatları ama uçamıyordu, pat diye de düşmüyordu en azından. Çabalarımız sonuç veriyordu -ya da bana öyle geliyordu-çünkü bazen birinci kata kadar çıkmış oluyordu. Bir sabah Ulviye Teyze geldi, annemle konuşmalarını duyuyordum: " Her taraf kuş pisliği, çok da zor çıkıyor, ikinci kata pislik her yer, ben de dışarı bıraktım, yeter artık!" Hemen koştum "kediler yiyecek onu" diye. Sokağa çıktım hiçbir yerde yoktu bütün arabaların altına baktım, yolda gördüklerime sordum kimse güvercin görmemişti. Ulviye Teyze "uçtu o kızım" dedi. İnanmıyordum, meyve sandığının başına gittim. Tavuk yeminden sıkılmıştı galiba, pek yememişti, suyu da duruyordu içinde koca bir bokla. Biraz ağladım başında, çok sinirlenmiştim, kuşun kurallarını yırtıp attım. Sonra hiçbir şeye dokunmadan eve çıktım. 

14 Ocak 2013

eski telefonumun notlar bölümünden 3 parça:

09/01/2011
sabah 9 civarları
işte ilk günüm. ilk dakikalarım. bekliyorum. bir başkasının masasına oturmuş olabilirim. hangi masanın bana ait olacağı tahmin oyununu oynamak zevkli. ben diyorum ki şu an oturduğumun yanı ya da üzerinde sadece bir soğutucu olan siyah cam masa. siyah cam masa iddialı olabilir biraz. asistan metin editörü için. sanırım yeni bir kişi daha işe alacaklar. umarım benim bölüme alırlar. rekabet ovv yess. ilerde kendi ajansımı kursam ne kadar mükemmel olur düşünsene.ofiste tek başına duran yeni çalışanın gelecek hayalleri içindeki acıklı hali. çay almam çok mu iddialı oldu acaba. ama dondum yolda yani. ayrıca çay soğusa da biraz içsem lıkır lıkır kimse gelmeden. zira sidik gibi çay içen ofis görl olmak istemem.

akşam 7 civarları
işte ilk günümün son dakikaları olsun lütfen. çok yoruldum. masamı sevmedim ve çalışma arkadaşlarım hiç konuşkan değiller. çok yaşlılar olm. bi de galiba işkolikler. aslı geleydi de gideydim ya. ilk günden fazla mesai mi olurmuş. off. eylüle kadar dayanmalısın olm. yine daily newsleri yoklayayım lan. güniz her haltın üstesinden gelmiş belki ben de yaparım :)

01/02/2011
işteki 4. hafta 3. gün.  dün ilk maaşımı aldım ama baya az aldım. mutsuzum. muhasebeciye söyledim. maaşımla mutsuz oldum, böyle bir resmimi yapar mısınız diye teklifte bulundum. bora beyi sevdim o da en çok beni sevmiş olmalı. ulaş bu gün telefonda gülüp yemek siparişlerini mahvettiğim için bana kızdı sanırım. içlerinde en çok onu sevdim oysa. maaşımı düzeltirler mi dersin. ya üzgünüz sana ancak bu kadar verebiliyoruz derlerse. acaba herkes beni duydu mu. çok da yüksek sesle konuşan biri değilim ama.

Ofiste yaş ortalaması 33-35 falandı. Bazen o kadar sıkıcı oluyordu ki ortam, en ufak şey yere düşen kalem bile dakikalarca gülmeme sebep olabiliyordu. Sonra Bora Bey geldi, ilk günler yalnızca benimle muhabbet ediyordu, çünkü diğerleri yazar dediğin ketum olur misali, sadece gerektiğinde konuşurlardı ve havadan sudan muhabbetler yerini hep memleket meselelerine bırakırdı. Ben mart ortasına kadar dayanabildim. Başka bir yerden teklif gelmeseydi herhalde sakalım ve yün hırkamla aranıza karışmış olurdum.