29 Ekim 2007

püff

bu kadar sıkıcı bi başlık koymak istemezdim esasen ama kendimi bile neşelendirmekten uzak bi haldeyim. mat vizesi öncesinde ve okumaların en çok olduğu haftada anne-babamın yurtdışına gitmesi üzerine de şiddetli grip olmak beni benden etti gerçekten. aslında halimi git gide size acındırabilirim ama üşeniyorum. battaniyeye bürünmüş haldeyim önümde gerzek türev soruları ve sümüklü mendiller falan mutfak dökülüp saçılmış vaziyette sınava çalışma moduyla dağıtabildiğimizi dağıtmışız ortalığa ezgiyle. tam öğrenci evine dönmüş halde ev. nescafe içecek kupam bile kalmadı a.q. her neyse pek sıkılmaktayım özellikle şu göz çeşme burun çeşme hallerinden ve hapşırıktan gına geldi sayın grip lütfen gidip artık başka bünyelere musallat olup beni benle baş başa bırakınız. akşam annem aradı günde iki kez arıyor tam telefonu beleş buldun heralde dicektim hakkaten beleşmiş. hatta hiç görmediğim canı pek sıkılmakta olan kuzenim bu beleşliği eğlenceye dönüştürüp herkesi arayıp "deine oma stinkt!" deyip kapatıyormuş. takdir ettim kızı esasen ama bana da aynısını yapınca hoşuma gitti diyemem çünkü "ich habe keine oma".

şu dakikada okulun gerekliliği üzerine derin derin düşünmekteyim gerekli olduğunun bilinceydim ama okula gitmesem çok büyük şeyler kaybedeceğimi düşünmüyorum bi şey kazandığım da yok eni sonunda. ne bileyim şimdi bi kafede garson olmak akşamları bi yerlere gitmek böyle küçük küçük işlerle uğraşıp sonunda mutlu olabilirim ve öyle de devam edebilirim. yazın bi adam görmüştük phoebe hanımla rexx in orda mıydı neydi bi ingiliz oturmuş viking usulü falımıza bakıyordu. belki bunu büyük bir başarısızlık olarak görebilirsiniz bi yabancının türkiyeye -kahve falının şaşmaz doğruluğuna inanan bi milletin diyarı- gelip de viking falına bakmasını. ama adam gayet memnundu hayatından biz de ondan. keşke kahve falına bakmayı becerebilsem yanıma bi paket kuru kahveci mehmet efendi kahvesi alır düşerdim yollara walla.
bi ara el falına bakmaya sardırmıştım ama o çok sıkıcı biliyor musunuz çünkü insanların avuç içleri birbirine ya çok benziyor ya da çizgiler o kadar silik ki sanırsınız elini zımparalamış bu şahış. her ne ise üstelik atıp tutabilme kapasitenizi sınırlayan bi yapısı var el falının.

chris isaak ve simon and garfunkel müzik dünyamın son yıldızlarıdır efem indirin indirin dinleyin...

ahmet mithat beyi de pek sevdim gerçekten komik bir adam hakkaten yazdıklarıyla. öyle diyalogların bir zamanlar gerçek olması garip ve komik geliyor hakkaten felatun beyle rakım efendi yi de okuyunuz yani tanzimat hakkında da bi fikriniz olsun ne var yani?

23 Ekim 2007

dün gece bir rüya gördüm

evet dün gece bir rüya gördüm uzun zamandır gördüğüm hiçbir şeyi hatırlamıyordum ama bunun kalıcı bir tarafı vardı, ne miydi? rüyamda bi kaç yıl öncesindeki halimdeydim ve ilerisi(bu zamanlara tekabül eden) için hayal kuruyordum. uyandığımda bi süre ayrımına varamadım ne için uyandığımın liseye mi gidecektim yoksa üniversiteye mi? garip bir duygu hangi zaman dilimi içerisinde olduğunuzu bilmemek. gerçekten ayrımına varamadım bana hatırlamama yardımcı olacak bi şey aradım geçen zamanı bilmeme yarayacak ve terliklerimi gördüm. evet şu anda ayağımı ısıtan bi çift kedili mavi terlik aslında bir hatırlatıcıymış( 2. kışlarını yaşamaktalar şu anda). ne yaptığım işler ne de bildiklerim nerde ve hangi zamanda olduğumu anlamamda şu terliklerin performansına ulaşmış değiller. şaşırtıcı ama gerçek ve üzücü. ama allah ın işine bakın ki terliklerim için durum tam aksi hiç görmedikleri kadar takdir görüyorlar şu an benden ve blogspotta kendilerine bir yer ediniyorlar.

18 Ekim 2007

parsely,sage,rosemary and thyme

"nur keine panik so schlimm wird es nicht"

en sevdiğim söz bu oldu şu günlerde neden mi çünkü bu cümle hayatımın merkezine öturmuş durumda yapmak istediğim ya da yapmam gereken her şeyden önce bu geliyor artık. kötü bir şey bu biliyorum ama umursamıyorum. umursamazlığı bu kadar benimsemiş olmaktan da hoşnut değilim ama insan hoşnut olmadığı durumlara bile iyi gözle bakabiliyor. bu gün sınavım vardı dün çalışmam lazımdı üstelik sevdiğim ders sosyal ve toplumsal bilimler. her neyse hiçbir şey bilmeden girdim bir soruyu doğru cevapladım gibi diğerine ise vermem gereken cevabın birebir tersini yazdım(= sınavdan sonra kendimi salak hissettim dedim ki bi daha çalışcam söz şimdi yine yarın sınav var üstelik bi öncekinden düşük almıştım bu sefer bi şeyler biliyorum ama yarım yamalak tabirinde oturup çalışacağım yerde simon and garfunkel dinliyorum "kadife kadife sesli adamlar beni ağarlarlar" ne şahane insanlar var dünyada diye hayıflanıyorum ve şahane insanları takdir edebildiğim için kendimle gururlanıyorum.

fena halde uyku bastırdı öyle ki ümit yaşar ın bi şiiri ayten e bezemesi gibi ben de her yeri uykuyla bezeyebilirim. yatmadan önce ders de çalışabilirim ama seçme hakkı benim ve paşa gönlüm uyumamı istiyor.

8 Ekim 2007

şarkıların aslında demek istedikleri

ne beni anlatan bir film, ne içinde yürüdüğüm bir hikaye ne de dinleyenleri hislendiren bir şarkım var. hiç şüphesiz ki tanrının yaratırken yürü ya kulum dediği ademoğullarından değilim. tanrı beni bir başıma bırakmış kamerayı elime vermiş, fondaki müziği bana bırakmış ve hikayeyi benim yazıp filmi benim çekmemi istemiş. etrafa küçük ilham kırıntıları serpiştirmeyi de unutmamış. ama benim payıma hep dinlemek hep izlemek ve hep okumak düştü şimdiye kadar. belki kamerayı tutmasını beceremiyordum, kelimelerle nasıl oynanır haberim yoktu, kulağım da yoktu kim bilir.

bazen her şey o kadar mantıksız gelebiliyor ki, en ufak şeyin bile altında neden ararken buluyor insan kendini. nedenleri sıralamak istiyor ki hayatındaki bilmeceyi çözebilsin sonra tıpkı tüm ipuçlarını toplamış avcıların hazineyi buldukları andaki mutluluklarını duysun. her şey aslında tek bir şeye bakıyor gibi değil mi? mutluluk. içimizde yeşerttiğimiz her umut mutluluk kat sayılarıyla doğru orantılı. hayallerimiz bile gerçek dünyanın hesapları dışında tek başlarına var olamıyolar artık. neden? çok düşündüğümüzden mi, çok şey yaşamak arzumuzdan mı yoksa nitelik-nicelik arasında gidip gelmemizden mi?

her şeyi bilir gibi gözüküp, aslında çok az ya da hiçbir şey bilmediğimiz sularda dolaşmak tam da kendimizden beklediğimiz hareket. kimileri için anlamlı olması yeter kimileri için hiçbir anlamı olmaması farketmez. kime, neye göre davranıyoruz? kime, neye göre yaşıyoruz?

bize hayatta soru sormanın cevaplar bulmaktan daha değerli olduğunu öğreten zihniyeti bi güzel dövmek isterdim. kızıyorum onlara çünkü bir şey bilmemenin erdem olduğuna inandırdılar bizleri. her şeyi bi şeylerin içine gizlememizi öğütlediler. sonunda kaybolduk işte elde bozuk pusula ve olmayan bir rota ile...

1 Ekim 2007

nedendir bilmem

canım çok sıkıldı şimdi hakkaten. ama öyle böyle değil. hani amaan ya dersiniz gelir geçer dersiniz ya yok öyle değil. çamura saplanmış boşa dönen tekerlek gibi hissetmekteyim. birazdan yatacağım. zaten ne zaman canım sıkılsa gidip bi yere yatarım. ya da gider buzdolabı önünde otururum, otururdum. çünkü ben bir kolikim. uzun uzun bunun ne demek olduğunu açıklamak yerine bilinizki arkadaşınız pürüpak için sessiz çalışan buzdolaplı bi ev cehennemden bir daire gibidir(tabiki abartıyorum) işte bu duruma da kolik deniyor bu sebepten eski buzdolabımızı özledim. gerçekten özledim ama. zaten ne zaman yeni bi şey eskinin yerini alsa istisnasız özlerim ben. hiç sevmediğim nefret ettğim bi şey olsa bile. misal eskiden annemin taa çeyizinden olan bi televizyon vardı. inferfunk marka. ben diyeyim öküz siz deyin deve gibi tipsiz kocaman bir televizyon. ikide bir tüpü biterdi ya da 35 numara terliğe eşit boyuttaki kumandası çalışmazdı bi türlü. bi de açılırken tıslardı meymenetsiz sanki biz rahatını kaçırıyormuşuz gibi. günlerden bi gün benim küçük sarı kuşum nasıl bir kamikaze olduysa bu televizyonun durduğu vitrinin arkasına düştü. hayvancağız çıkamıyor. çıkabileceği tek delik de bu televizyon arkasındaki boşluk lakin tvyi çekmek gerekiyor. ben o zaman aşağı yukarı 10 yaşındayım (allahım nerdeyse 10 sene olmuş) bu televizyonu tam 20 dakika kucağımda tuttum( üstümden boşanan kan terin, kuşum ölecek diye akan göz yaşının hesabını yapmaya gerek yok tv nin 20 kilo falan çektiğini düşünürsek) ama bu kuş gerçek bir kuş beyinlilik örneği gösterip o 20 dakikada sadece başını televizyon ile vitrin arasındaki boşluktan çıkarmayı başardı. neyseki ben artık sınıra dayanmışken anneannemle, annem çıkıp geldiler beni ve kuşumu bu azaptan çekip kurtardılar üstüne de yarım saat güldüler. ondan sonra televizyonla aramdaki münasebeti anlatmaya gerek yok. babam alıp götürsün diye gözünün içine bakardım. en sonunda babam tık nefes götürdü televizyonu hem de televizyon hastanesine tüpünü doldurtmaya değil. ama o televizyon gidince salondaki boşluk ister istemez içimde de bi yerde oluştu. tüm çizgi dizilerimi izlediğim, gece gizlice açıp baktığım kocaman yaşlı televizyon cidden üzülmüştüm. zaten kuşum da kaçıp gitmişti. o yüzdendir ki benim için yenilikler kolay değildir aptal bir tv nin arkasından üzülebilir, onca uğraş verdiğim salak kuşun hala yasını tutabilirim aklıma geldiği zamanlar. ev eşyalarına duyduğum sadakati komik bulabilirsiniz ben de buluyorum şahsen ama çocuktum o zamanlar ve insanlar çocukluklarını düşünüp hem hüzünlenip hem de gülümseyebiliyor işte...

god asks you a question: "where are you now?"

uzun yolculuklar yapmaktayım artık. pek farkına varmıyor olsam da esneyerek uyanıyorsam her yolun sonunda, yeterince uzun demektir. eğer bir mp3 tanrısı varsa kendisine buradan teşekkürlerimi sunuyorum, kendisi olmasa asla uyuyamazdım zira. yolculuklarım da bu kadar keyifli olmazdı. şarkılar playlistte oynaşa dururken hiç geçmez mi aklınızdan birisi ya da birileri bu şarkıları sizin için yazmış, mühendisler oturmuş şu aleti sizin için dizayn etmiş. aslında genel bir bakış açısından zaten öyleki diyebilirsiniz. en nihayetinde bizim gözümüze, kulağımıza sunulan şeyler bunlar. ama "bizim" i atıp, yerine "benim" diyemez mi insan? ben diyorum şahsen, " bu şarkı benim için yazılmış yahut bu film beni anlatıyor" safsatalarından çok ben, benim diyebiliyorum gördüğüme, duyduğuma ve en tabi sevdiğime. sahiplenme güdüsünün ben de tavana vurduğu bir gerçek bazı zamanlarda, işte o zamanlarda bencilliğim de artar. tanrının bize verdiklerini paylaşıp artırma değil, kendime saklayıp yok etme arzusu ağır basar. bunu kötü bir şey olarak görmediğimi de ekleyeyim. eğer bunun doğru olması gerekseydi, tanrı tüm kartları açık oynamamızı isterdi değil mi?

mp3 tanrısı şu sıralar uyumama fırsat vermeyerek, sıklıkla playlistte aynı şarkıyı döndürüp soruyor: "neredesin?"