27 Ocak 2010

sükut-u hayat

her şey o kadar düzenli ki gözlerim yaşarıyor. bir gün içersinde yaptığım işler. o kadar kanıksanmış ve doğal rutinine kavuşmuş ki bünyemde almost perfect yani. iyi hissediyorum, mutlu değil sevinçli değil ama iyi hissediyorum. hiçbir şey değişmedi, yeni olan hiçbir şey eklenmedi. olabildiğine sakin her şey. sükunetin huzuru var bende. bir kaç gün sonra bozulacak büyü ama o zamana kadar gerçekten, iyiyim ben. nazarım değmesin, amin.

25 Ocak 2010

neye niyet neye kısmet

yapacak bir sürü işi olanlara inat, hiçbir şey yapmamayı yeğleyen halimle baş başayım.(ikileme yazarken hep tereddüt ederim bitişik mi ayrık mı diye, lanet olsun). aslında duruma önlem olsun diye geçen hafta okul sınırları içersinde bulunduğum son günde, dişe dokunur bi film yüklemesini gerçekleştirmiş idim. hatta öncesinde, birkaç kitap da almış, her tatil komodinin üzerine koyduğum ama elimin bir türlü gitmediği kitaplarla bu tatil de kendimi kandırmayayım istemiştim. o kadar ki davinci şifresinin ingilizce versiyonunun, kütüphaneden aldığım ilk roman olması da bünyelerinizde şaşkınlık yaratmamıştır umarım. neyse en büyük pişmanlığım ise filmo dosyamdaki filmlere ve dizilere bakıp, ezeli indirmeyi nasıl unutursun gerizekalı, salak şeklinde beynimi aşağıladığım zaman yaşadım. ben ezele tam ortasında başlamış idim. ama ilk bölümlerini de indirip, izleyecek kendimi bu olaya ortasından dahil olma ezikliğinden kurtaracak idim. nasıl unutabilirim hakkaten ya, aklıma şaşayım. (yazar kişi aslında şu satırlarda, güzel türkçemizin naçiz küfürlerini, vurgu ve tonlamalarının hakkını vererek yüksek sesle icra etmektedir)


fasulyeden muhabbetleri bir kenara bırakırsak, dün geceki medya mıdır, disko mudur neyse işte alemin kralı okan bayülgen'e takıldım biraz.  derya baykal, mehmet ali alabora, hakkı devrim ve harun kolçaktan oluşan fantastik dörtlü kıvamında konuklar mevcuttu. iki kişi daha vardı ama tamamen sehpa üzerinde hiçbir zaman sigara külü konmayacak, kristal kül tablası kılığında olduklarından kim olduklarını çıkaramadım. neyse tam o sırada ceren diye bir kız aradı, tekel işçileri , eylem falan dedi. sanatçılar model olsun, mehmet aliyi destekliyoruz bu konuda falan övgülerini dizdi. sonra okan bayülgen fena halde güzel bir şey söyledi: " iyi güzel de, aradığın yer yanlış, sanatçılar desteklesin miş, gidip sokakta eylem yapalım evet, bunu siyasi bir icraata dökmedikten sonra sırf duyarlı gençlik modası altında gidip sokakta cirit atmanın kime, neye faydası var? e aradın, insanları hiç değilse bu konudan haberdar ettin sanıyorsun dimi, ama zaten "uzunca bir süredir" devam eden bu eylemden, buradaki insanlar şimdi haberdar olabiliyorsa ne bekliyorsun ki, iki dakika sonra herkes unutucak, hehe haha diye programa devam etcez çünkü. bi halt olmayacak yani, bi halt olmasını istiyorsan "bir halt yapmalısın"" işte özetle bunları söyledi. hakkı devrim'de buna benzer cümleleri düzgün bir türkçeyle icra etti. mehmet ali alabora(böyle uzun isimlere karşıyım off)12 eylül rejimi, toplumsal mühnedislik projesi, apolitik gençliken girdi. okan bayülgen de " dünyanın hangi zamanında ve neresinde böylesine bir toplumsal mühendislik projesi görülmüştür, böylesine 30 yıl süren, insanları adım atmaktan korkar hale getiren, evet her şeyin suçunu geçmişe 12 eylüle yükleyelim ama kendimize 30 yıldır bunu nasıl yediğimizi sormayalım öyle mi" dedi.

şimdi bu kadar alıntıdan sonra üç noktaya değineyim:
1. okan bayülgen hastası fanı değilim, denk gelirsem bazen izlerim o kadar ama şurda söylediklerinden sonra gözümdeki değerini katladı.

2. ben de eylem yapalım, tavrımızı koyalım mantığına katılmıyorum arkadaş. tavrını koyacağın yer sokak değil, sokakta üç beş slogan, pankartla, havada sallanan yumrukla, kimsenin hayrına olacak bir iş olmadı bu memlekette, hala olmasını umanlar varsa, sweet dreams dilerim en pembesinden.

3. sendikacıları mı destekliyorsun, sola yatkınım sağdan hazzetmem mi diyorsun, ne yaparsan yap, hükümettekilerin zerre s.kinde değil misin ve hala sokaktasın öyle mi. kimi kandırıyoruz acaba? ben eylem meylem sıkıntısına gelemeyenlerin büyük çoğunluğunun apolitiklik meselesinden ziyadesiyle, bu gibi çabaların sonuçsuz kalacağına duydukları şüphesiz inancın da var olduğuna inanıyorum. böyle kitleleri çekemezsiniz bu işlere. kimsede bilinç falan uyandıramazsanız. sonuç veren bir adım atmadıkça. o adımları atmak hiç kolay değil evet, destek görmek de belki. ama o adımları atmak işkembe-i kübradan sallamak da değil, sözde insan olmak da değil.

iyi günler dilerim efem.

18 Ocak 2010

gerçekten bitse de gitsem havasındayım. böyle rozetler vardı. ızdırap dolu gençliğimizin çanta üzerine yansımaları falan. ben yakasına sovyetlerden kalma rozet takan, anlamsız bir imaja sahip genç idim o zamanlar. okuyamadığım bir dili geç alfabesini bile bilmediğim bir haltı ne diye göğsüme takıyordum, çözebilmiş değilim. hala genç wertherin ızdıraplarını okumadağım geldi aklıma bak. serbest çağrışıma geliniz. 5 liraya almıştım.  okuduğum son 20 sayfadan bi halt anlamadım, ama bi halt bile anlamadım. ne okudum ben bile diyemedim, napıyordum ki ben yanılsamalarında buldum kendimi.

çarşamba akşamına geçebilir miyiz artık, lütfen. şey finaller bitiyor da.

15 Ocak 2010

al gülüm, ver gülüm

marx ve locke ile birlikte sabaha doğru emin kararlarla ilerlemekteyiz. ben mi onları yoksa onlar mı beni tenhada kıstırdı; henüz karar aşamasındayız. threesome'mız 4 sayfalık güzide meyvesini verir mi acep, sıkıntı ve halkalaşan göz altları ve midemi kavuran kahve ile birlikte sabra selam duruşundayız. belki bana garnier gözaltı roll-on alırsınız. gözaltım konusunda şimdiye kadar hiç fikir beyan etmemiş ben, böyle reklamlara da kanıyorum işte. tüketici değil miyim ayol.

arka fonda, barış manço'dan kezban eşliğinde ise, adım kezban olsa, nasıl bir insan olurdum, hususunda aklım. marx, locke ve kezban. saat 00:10. gözüme hoş gelen şeylerin sayısı fazla değil.

bu gün kuzenim gökhan geldi. küçükken hiç geçinemediğim, aynı olduğumuz ortamları bana kabusa çeviren şahsiyet. kızdıran, dalga geçen, yok yere azar işitmenize neden olan, ben tom'sam o da jerry misali dayımın oğlu. 10 yıl öncesinde halimiz buyken, bu gün kızının resimlerine bakıp gülüyoruz, o işiyle ilginç detayları anlatırken, şakalarla takılırken kuzen muhabbetine girebiliyoruz. ilginç değil. garip değil. hiç anlaşamadığınız biriyle oturup, aslında pekala anlaşabilmek, kan bağının bir cilvesi mi yoksa, cüneyt arkın filmlerinin gönlümüzde ayrı bir yeri olmasının, şener şen'in ise hayatta en çok tanışmak istediğimiz insanlardan biri olmasından mı, çok da umrumda değil esasen. sonuçtan memnunum sadece(:

yazdığım en saçma yazılardan birini okurken, umarım şener şen'in en sevdiğiniz filmi düşmüştür aklınıza. hadi iyi geceler..

11 Ocak 2010

dermansız dert olmaz

yapmam gereken bir sürü iş ksa bir zaman dilimine sıkışmayı bekler halde vicdanıma azap veriyorlar. hafta sonu ödevini yapmayan ama bu gerçeği pazar akşamına kadar bünyesinde suçluluk şeklinde barındıran öğrenci olmaktan çıkmalıyım artık. biraz daha karakter kazanmanın zamanı geldi de geçiyor.

harıl  harıl çalışmak icap eden zamanlarda kendime solitaire'de 5000 ytl kazanmak gibi ulvi amaçlar edinmemden, başka bir motive edici şeylerle uğraşayım dedim.  hay uğraşmaz olaydım. bölüm itibariyle sık sık master da yapcan mı, yurt dışında mı, mastersız bir halt olmaz ki senden, masterden sonra doktora da yapmak istersin şimdi ama babayı yaparsın, gibi muhtelif cümlelerin sık sık muhatabı oluyorum. dedim, kendime bak bunca zamandır bu soruları hee, mee evet amerika diye götünden sallıyorsun, bak bakalım işin özü neymiş, graduate school kaç para edermiş, ne gerekliymiş, diyerekten kendimi bir anda insafsız, aman vermeyen amerikan yüksek eğitiminin gerçekleri içersinde tırıs tırıs sayfaları backspace buldum.

hayır, fiyatlı olmasını bekliyordum, yüksek requirementlardan da az buçuk haberim vardı. ama ben de harvard law school hayali gütmüyordum be blog.  ama şöyle ilk bakışta iki senede iki oda bir salon, kaloriferli, giriş katı olmayan, fazla yaşlı olmayan daire parasına tekabül etmesini de ummuyordum. expected cost for international student is around $ 52,000 for one year da ne demek yahu. bi de bazıların işte $ 54,672 gibi rakamları var ki üniversite olmanın getirdiği şevk ve ineklikle yılda içtiğiniz kutu coca cola fiyatlarını da hesap edip, dahil ettik der havası yaratıyorlar bünyemde. tabiki her şeyden önce cebini  düşünen ve yeşilçamın biz gençleri para babası yiyen parazit organizmalar olarak göstermesine karşın, ya babam annem hasta olur da hastane parası gerekirse ya deprem olursa evimiz yıkılırsa ya ezgi burssuz özele gitmek isterem diye tutturursa gibi olası senaryoları, 10 beygir gücüyle kafasında kuran genç olarak şiddetle amerikada master fikrinden uzaklaştım.

ama insafsızlar,  sitelerine o kadar güzel karlar içersinde, kuru dallı ağaçlar arasında, kırmızı duvarlı üniversitelerinin resimlerini koymuşlar ki böyle kışa kardan adam olayım, bekle beni boston state university diye de bir ara şahlanır gibi oldum. ama nafile gazların insanı değildim tabiki.

sonra dedim ulan ben ne için yaşayacağım daha doğrusu ne ile yaşayacağım. yurt dışına bir kapak atamazsam, akademik kariyer nasıl olacak, (hocalık yapabilmem için mesela bizim okulda, yurt dışı tecrübesi zorunlu). hadi çok da master diye tutturmamış idim ama ne idüğü belirsiz mezunlar üreten bir bölümden modifiye edilmiş halde çıkmışolarak, iş hayatının şefkatsiz kolları beni kucaklar mıydı ya da hangi kol beni nasıl sarardı? onu da bilemedim.

şimdiye kadar büyük paralar kazanma hayalini, lotoda 6yı tutturmak ya da kenan ışıkla kim 500 bin ister? de ki 15. soruya doğru cevap vermiş olmanın şanıyla, bu kadar parayla ne yapacaksınız sayın pürü diye yüzüme yöneltilmiş kameralar ve tokmak görünümlü mikrofon hayali ile kurduğumdan gerçekten ne halt edeceğini bilemez, gelecek kaygısı boğazına düğüm, karnına ağrı olmuş gençliğin neferleri arasında buldum kendimi.

lotoyu geçelim de kim 500 bin ister de yok artık. kenan ışık bırak bu dünya bir oyun sahnesi ayaklarını da, spotları suratıma çevirirken 23. defa bana emin misiniz, son kararınız mı diyerek, o heyecanı yaşat bana.

5 Ocak 2010

no more mr. nice guy

eve gelmeden yolda planlarım vardı. küçüklerdi ama iş görecek planlardı. yemek yicem drrrp sonra gazete okucam drrrp sonra şunu izlicem drrrp sonra da biraz ders başına oturup drrı drrı drrrp zıbarcam. planlarım elbette şu bi şey izleme aşamasına kadar mükemmel işlediler. hatta arada 4 sayfa bile okudum makaleden planda önde gibiydim esasen. sonra ne mi oldu, allaam çok yorgunmuşum meğer ben diye vücudumun çeşitleri yerleri dile geldiler. zaten hep yorgun değil miyim, beni ne mahvetti ben de bilmiyorum. alnımda epic fail yazıyor bence.

shuttleda begüm yılbaşında doktor eniştesinin acile çağrıldığını, dansederken düşüp kulağını yırtan -hem de ne yırtan ufacık minicik bir parça tutuyormuş kulağını- kadının kulağını dikip geldiğini anlattı. bendeniz o kadar güldüm ki bu hadiseye ahahah kadın dansediyomuş, kulağı kopmuş ahahahah kadın göbek atıyormuş, kulağı düşmüş ahahah şeklinde uzayan alt yazılarla birlikte. şimdi de kulaklarım için endişleniyorum gülme komşuna gelir başına lanetinden dolayı. hadi bakalım.

2 Ocak 2010

bi daha olmasın

ben falım sakız çiğnemiyorum. damla sakız aromasını da sevmiyorum. zira en son ne zaman bu sakızdan çiğnedim de rüyalarıma garip bir şekilde musallat oldu, haberim de yok ama rüyalarıma musallat bu damla sakızı aromalı sakız. herhangi bir konu ve konsepte sahip olan bir rüyamda bir sahnede sakız çiğniyorum diyelim, işte ben ağzımda sakız var ben çiğniyorum cak cuk sekansından sonra, o sakız ağzımda büyüyor büyüyor ben artık onu çiğneyemeyecek hale geliyor, midem bulanıyor artık, kusmak istiyorum olmuyor, sakızı tükürmek istiyorum yine olmuyor elimle çıkarayım diyorum, uzuyor, çoğalıyor, yapışıyor, iğrenç bir tat bırakıyor ağzımda. sonra ben öksürmeye, öğürmeye  başlıyorum gözlerimden yaşlar fışkırıyor ama sakız ağzımdan bir türlü çıkmıyor. neyseki işler daha iğrençleşmeden bir noktada uyanmayı başarabiliyorum ve falım sakızı hayatıma sokan ve kabusum haline getirenlerin yedi ceddine sövüyorum.