24 Şubat 2009

mızmız


lafı dolandırmadan gireyim ki başlık ve içerik uyumu denen şey ziyan olmasın. pek mızmız bir haldeyim ve oturmuş halet-i ruhiyemi anlatarak medet ummaya çalışıyor olabilirim. pazar gününden beri kendimle, romatizmalı yaşı geçkin kadınlar arasında 7 fark bulmaya zorluyorum kendimi. çünkü nedenini henüz keşfedemediğim ve herhangi bir tıbbi merciye de danışmadığım bel ağrısından son derece muzdaribim. ancak "bıçak kemiğe dayandı" söz öbeğinin (öbek de ne çirkin bir kelimedir) yalnızca ilkokul sıralarında öğrendiğimiz bir deyimden ibaret olmadığını tecrübe ediyor idim 3 gündür. evdeki tüm medikal kaynakları ve tavsiyeleri tükettim hatta dedemden gördüğüm ağrıyan yerin ovulup, yün şalla sarılması geleneğini bile denedim ama başarısızım artık kabul etmeli ve doktora gitme korkumun üstesinden gelmeliyim.

gri yün hırkam, dağınık halim ve moraran göz altları ile pek grunge bir tablo sunuyorum odama teşrif edenlere tek eksiğim eddie vedder. zaten kendisi ve into the wild ruhuma yeterince azap vermişken, pürüzlü başlayan bir dönemin ( evet yine yakınıyorum yine yine) sıkıntıları da peyda olur vaziyetteler. şu dakikalarda düşünüp taşınmış bir karara varmış olmam gerekiyor ama ben düşünmek yerine önce beyaz melek izledim sonra da desperate housewives.

hayatımın spontane seçimlerden duyulan 0 pişmanlıkla sürmesini istemek çok mu cidden? mahsun kırmızıgül bile yazdığı senaryoya film çekip üstüne de oynama özgüvenini barındırırken benim kararları başkalarına bırakma isteğim ve sonrasında adıma verilen kararı sorgulama özgüvensizliğini barındırmam acı veriyor cidden.

hayatta olmadığım insanlar listesini yapmak gibi gerzek bir düşünce bile geçti aklımdan tuvalatteyken. neyseki sifon çekme eylemini tuvalette gerzek düşüncelere de yapma lüksüne sahip bir insanım.

kızdığım diğer bir şeyse -bu yukarısıyla baya alakasız-, sağa sola gidip msn durumunu dışarda'ya ayarlayıp, kişisel iletisine @ebesinin dağında gibi şeyler yazan insanlar. gerçekten bu kıl tüy familyasından insanların daha sonra ama küresel ısınma, ama çevre konulu mesajlar vermelerini de noksan "kuul"luklarının, hedeften şaşmış sikko dışavurumları olduğu kanaatindeyim.

sözlerimi noktalar, hayırlı modernleşmeler dilerim.

19 Şubat 2009

rainbow surfing


okulun açılması karşısında, bulduğum her düzlemsel ortamda kestirmemle sonuçlanan sonsuz uyuma isteğim çılgınsal boyutlara ulaşmış durumda blog. bu dönemki derslerimin okumalarının da çılgınsal rakamlar düzeyinde seyretmesi, beni fakir ama gururlu bir genç olmaya itiyor. bildiğimiz 300 sayfalık roman kıvamında bir kitabın 67,5 tl olması ve 5 tane benzer kitap almak durumunda olmak beni isyanlara da sürüklüyor öyleki fiyatı söyleyen adamın suratında bir an liseden m.kalaycı belirdi ve bana "kitaba verilen paraya acıyorum seda ya,sonuçta bi kez okuyorsun o kadar paraya " dedi. dejavusal bir andı gerçekten ki bir keresinde bu tartışmayı gonca ben ve m.kalaycı olarak yaşamış idik. neyseki cemil copy center ve bende de yeterince korsan ruhu var. gözlükçümün her defasında bana lens suyunu bedava verme yakınlığında bulunması kadar günüme renk katan bir şey yok. artık benim de ahbap olduğum esnaflar var, bakkal ali amcadan sonra. playlisttede coldplay-clocks ve ardından zekai tunca- biz heybelide çalmasıyla neşe dolan bendenizi artık, bu postun sonuna getiriyor. kısa ve renksiz hayatımdan bu günlük de bu kadar.

16 Şubat 2009

a jeans story


çocukluk çağının yavaşça beni terketmeye, ergenlik alametlerinin ruhen ve bedenen belirmeye başladığı zamandı. orta birdeydim. o zamana dek hayatımda ilk kez sırtımı yarılamış saçlarımı, her gün istisnasız at kuyruğu yapardım ve metal çerçeveli gözlük kullanırdım. yazın tişört-şort kışın kazak -kottan vazgeçmezdim. küçük ergenlerin kendilerini bir tarza meylettikleri, o yaşlarda ben de her şeye burun kıvırıyor ama yine annemin özenli seçimlerine maruz kalıyordum. bir bayram öncesi, bayramda yeni kılık kıyafet giyilir geleneğimize sadık olarak, çıktığımız alışverişte annem bana mavijeansten füme bir kot pantolon, beyaz bir gömlek ve gri baklava dilimli bir süveter almıştı. annemle ilk kez ortak bir paydada buluşmanın mutluluğu ve kıyafetlerimin göz kamaştırıcılığı ruhumu sarmış, özellikle pantolonuma resmen aşık olmuştum. ilk kez mavinin açık ve koyu iki tonunu izleyen dizleri beyazlamış kot dizisinden kurtulmuş, ilk kez çocuklar için değil de büyük reyonundan alışveriş yapılmıştı benim için. üstelik füme rengiydi kotum. ancak kader ağlarını sevincimin sakız gibi sünmesine fırsat vermeyerekten hızlı bir şekilde örmüştü benim için. acımasız bir şekilde ben, caanım kotu giydiğim ilk günde kaldırıma takılıp düştüm ve sağ dizini parçaladım. acıyan sadece dizim değildi elbet, kızgınlığım kaldırımla da sınırlı kalmıyor, kaderime küsüyordum adeta. gözlerim kah sinirden kah üzüntüden dolu dolu eve vardığımda, annemden önce bana bir daha kot almayacağına dair tehditler savurduğu azarı işittim sonrasında, koca yırtığı becerikli elleri ile en az belirgin olacak şekilde dikmesini seyrettim. ondan sonra o kotu orta bir ve orta ikide giydim, anneannemin cenazesinde de sahip olduğum yegane koyu renk giysi kontejanından üstümden çıkarmadım bir hafta. mağrur ama çizilmiş bir klasım vardı.

üstünden iki yaz geçip, orta sonda dersanaye gittiğim bir gün dolaptan çıkardığımda kotu, acı gerçekle yüzleşmek zorunda kaldım. çiroz çocuk bedenim, yerini etine dolgun genç bir ergene terketmişti haliyle de kot baldırlarımdan yukarı çıkmıyordu. kaderimi kabullenmeyip, yeni bir kot arayışına koyuldum. koyu grinin cazibesine kapılmıştım bir kere. ancak benzer bir kot bulduğumda, benzerlik yalnızca modelde sınırlı kalmış, fiyatın yanına bile yaklaşılmıyordu. mavijeans almış başını yürümüştü. işte o zaman, rota değiştirip, rodi mağazasına girdim dostlarım. siyah, parlak, dokununca kadifeyi andıran bir kotla, tatmin olmuş bir şekilde ayrıldım rodiden. ve lise sona kadar tam 5 yıl aralıksız evde, okulda, dışarda o malum rodi kotu giydim hani kıçında yıldızları olan...

14 Şubat 2009

you never know what's coming for you*



benjamin button'un garip hikayesi film üzerimde tahmin edilebilirleğinden fazla iz bıraktı. dün akşam sadece bir kez durdurarak, kaç dakika kalmış diye mouseu bir kez bile oynatmayarak izledim. bu zaman ve kopmuş aile temalı filmlerin bana neden bu kadar koyduğunu suyunu çıkarmadan açıklayabilen bir insanoğlu belirir mi ufukta bir gün, üzerinde düşünemiyorum bile. içinde bulunduğum fiziki aile şartları bu durumu açıklamaya el vermiyor, belki ben anlamıyorumdur ama ben anlamıyorsam kim nasıl neden anlıyor olabilir, onu hiç anlamıyorum asıl. hallmark channelda bir film izlemiştim adını hatırlamıyorum şu vakitte ama 2 erkek ve 2 kızdan oluşan 4 kardeşin ayrılış ve bir elli atmış yıl sonraki buluşmalarını konu ediniyordu. sanırım ölen annelerinin ruhu da, loreal antiaging reklamlarına kapak olacak şekilde kırışık yüzlü bir kadının bedeninde reenkarne oluyordu falan filan. göz yaşı kanalları anında tepki veren bir insan olarak, en az iki-üç gün amerikanların B sınıfı diye tabir edecekleri bu filmi düşündüm durdum hala da arada aklıma gelince üzülürüm. nitekim benjamin button da aynı etkiyi yarattı. yemek yerken zamanla gençleşen ve hatıralarından yoksunlaşan bir babanın kızına gönderdiği yanında olamadığım için üzgünüm kartpostallarını düşünüp, mercimek köftelerini hüzünlü bir şekilde boğazımdaki düğümün üzerine iterken, babamın devlet memurluğu sınavı ne zaman, öğren de bu yıl gir elinde bulunsun demesiyle, önce 'haaladım', köfteyi düğümün üzerinden bir şekilde geçirdim ve niyeki diye sordum. zira şu ahir ömrümde devlet memurluğu fikri ilkokul öğretmenlerim ile şekil almadan aklımdan bir kez olsun geçmemişti. seni mi kıracağım baba girerim ne olmuş diyecekken,babamın "ama senin bölümden vali, kaymakam oluyor mu" sorusu üzerine iyice efkarlandım ve 40lı yaşlarımda bilmem ne ağacından yapılmış masama, sıcaktan pantolonumun popoma yapışmasına neden olmuş deri koltuğuma oturmuş, bilgisayar ekranının ışığıyla aydınlanmış, loreal antiaging kremlerinin yetmediği kırışmış suratımda beliren derin alın çizgilerimde benjamin button'un kızına gönderdiği "yanında olamadığım için üzgünüm" yazan kartpostalların hüznüne boğulmuş, dünyevi sorumluluklarımdan bezmiş bir şekilde kendimi hayal ettim.

ve hala mutsuzum blog, benjamin button ve hikayesi etkisini üzerimden ne zaman çeker bilemiyorum, desperate housewivestan gaby'nin cumartesi pazarındaki kadınlara benzeyen haliyle obez iki kıza sahip olması bile şaşırtmadı bünyemi. yarın sertifika sınavım var, ama notlarımı okuyacak şevk ve ihtirastan muazzam bir şekilde yoksunum bu akşam da...

"you could be mad as a mad dog at the way things went, you could swear, curse the fates but when it comes to the end, you have to let go."*

*(The Curious Case of Benjamin Button)

12 Şubat 2009

yeni şöhretler


lisedeki müzik hocamı  az önce showtv deki melekler korusun adlı dizide gördüm gıcık işveren rolünde. en son kendisini gördüğümde -geçen yıl haziran falandı bir final öncesinde- dolmuşta yan yana yolculuk etmiş, ben tanımamazlıktan gelmiştim liseden gıcık hoca kontejanından olduğu için. hey gidi günler hey, tanımamazlıktan geldğim müzik hocam karşıma artist olarak çıkıyor kıytırık bir dizide, hayat ne garip lan... falan filan...

makaseller

trt 1 deki sabah programında henüz görmüş olduğum yılmaz morgülün saç kesim şekli ve parlak takım elbiseli kombinasyonu sabahki televizyon izleme isteğimi öldürdü canım blog. brezilyalı genç yetenekli futbolcuları anlatan bir japon çizgi filminde görmüştük en son o kesimi. ayrıca akademik pop dünyasına yeni bir teori kazandırdım kendisiyle, uzay çağı mağı jetgiller misali yaşasak bile sabah programlarında zeki müren türevi şarkı söylemeye kasan ve her fırsatta zeki abisine duyduğu saygı maygıdan söz eden bülent ablasına kurban olan, parlak elbisesini ucubik saç zevkiyle tamamlayan bay ses sanatçılarından kurtulamayacağız.

yarın akşam tv8 de kim ki duk un zaman filmi varmış 8.30 da. alternatif rota çizmek isteyen sinemasal duygusal gençlere duyurulur. ama aşk-ı memnu da heyecanlı be.

yaprak dökümündeki leylaya yazık yahu ben bile daha iyimser bir kader çizerdim kendisine. nişana nejlanın önerdiği leylanın rita hayworth saç modelli halini görebilecek miyiz acaba?

tv8deki ebru şallı'lı ebruli pilates programını, konsepte en aykırı isme sahip dekorasyon fakiri program ilan ettikten sonra da sabah birlikteliğimizi sonlandırıyorum.

9 Şubat 2009

back to the basic

evde oturulan pazartesi gününün mükemmelliği içersinden sesleniyorum blog. bence pazartesinin sevilmeyen bir gün olması bir önceki pazar gününün gıcıklığından ileri gelmekte. pazartesiye üşenip bir isim bulunamaması da zavallılığını pekiştirmekte gözümde. cumartesi de benzer durumda olsa da aynı değil karıştırmayın. cumartesileri sevmeyen bir insanla tanışmış değilim henüz. hatta bana kalırsa her şey takvimler bile cumartesileri inanılmaz sevmemiz için tasarlanmış. tüketici insanoğlunun makus kaderi. neyse pazartesiye karşı gösterdiğim empatinin devamını getirmemek üzere konuyu kapatıyorum çünkü

- başım çok ağrıyor
- boğazımdaki gıcık bir türlü geçmiyor
- kayseri mantısı yedim ağırlık yaptı
-sadece 1 derse kayıt oldum
- kapasite artırımı için attığım maile -ben ne kadar özenerek yazdıysam o derece özensiz şekilde- henüz çok erken cevabı aldım
-televizyonda derya baykal var