27 Nisan 2010

rastlaşma

*ben salon kanepesine gömülmüş, amaçsız kanal gezmelerim sonucunda bilardo maçına takılmışken, babam her akşam adeti olduğu üzere benim taktığım isimle asayiş berkemal mi balkon seansından dönmüş, tam da oturduğum kanepenin arkasındaki pencereyle aynı kat hizasına sahip komşumuzun öldüğünü söylüyordu.

* babam haricinde kimse  adını bilmiyordu. perdeleri her daim naklen yayın misali açık, ama yalnız yaşadığından trt3 ekranı gibi hareket belirtisi olan ama ruhsuz bir evde yaşıyordun.

*yazları balkonda çaydanlığını yanına alır, gazete değiştirdikçe çayını tazeler, içerden dışarıya ışık oyunları yapan televizyon eşliğinde sabaha kadar bulmaca çözerdin. gece 4te 5te balkonda birbirimize rast gelirdik ama ne bir el ederdik, ne de ses verirdik.

*inik perdelerimizi kaldırdım, evinin içinde ağlayan kadınlar, balkonda sigara içenler, birbirinin sırtını sıvazlayan amcalar, dedeler sessiz evinin içinde peyda oluverdi.

* çöpleri indirme sırasının bende olduğunu söylediler. merdivenden indim, dış kapıdan çıktım, seni de çıkardılar koyu kahverengi bir tabut içerisinde, omuzlardan omuza, elden ele, tabutun renginde bir battaniyeye sarılmış vaziyette.

* sen battaniyene son kez sarınmıştın, bense ambulansa yerleştirilmeni izledim. bu son rastlaşmamız oldu, ne sen el ettin ne ben selam verdim. sen evinden bir daha dönmemecesine çıktın, bense merdivenleri geri tırmandım.

*sen öldün, ben kaldım.

20 Nisan 2010

procrastination güzellemeleri

şu anda aslında akşama kadar bitirip yollarım dediğim ama henüz başlamadığım haberi jetgilimsi bir şekilde yazıp yollamam gerek ama rahat bünye procrastination ikilisi yakamı bırakmıyor. neyse nasılsa saatler 3:00 ı göstermeden mışıl mışıl uyurum bu işi de bitirip telaşa mahal yok diyeceğim ama işi yüzsüzlüğe vurdum artık. ama öncesinde siz iştahı kabarık hem de bağrı yanık okuyucularım, sizi bu günkü bir anne-kız ortak yapımı ile tanıştırayım:

 okuldan doğan boşluk yerini mutfakta hünerli eller olmaya bıraktı. tavuklu-mantarlı bu fırın yemeğini anneme sora sora yapmayı başardım ya da başardık diyelim. dün de havuçlu cevizli keki tek başıma yapmayı başarmıştım ancak o mutlu pişmiş kek anı, bir anda midemizde hasıl olduğundan fotoğraflayamamıştım.

 bence kendim için büyük, kafe açma hayallerimi katarsak gelecek için küçük adımlar atıyorum. en azından aşçı derdim olmayacak hehe.

18 Nisan 2010

klavyede hızlı parmak hareketleri

*sınavlar bitmiş, sunum vs yapılmış ve bahar tatiline girmişim ve erasmus sonuçları açıklanmış ve ve ingiltereye gidiyormuşum üstelik hibe de çıkmış ve beraber sherwood ormanlarında robin hoodlaşma geyiği çevirdiğim insanlara da çıkmış, hayat güzelleşiyor mu ne? england made me eheheh:)

* cuma günü birgit arkadaşımla istanbul film festivaline dahil olalım biz de kültürel yaşam formlarına dönüşelim dedik. dedik ne oldu, izlediğimiz film mao's last dancer olunca bir de üstüne üstlük amerikan yapımı olup, kapitalizmi bildik sarışın koca memeli kız, pepsi, disko dansları, önden ve arkadan anatominizin fotokopisinin çıktığı kotlarla kutsayınca, anıra anıra gülen insanlardan olduk. o değil de filmde marlon brando'nun japon bir köylüyü canlandırdığından bahsediliyordu. nasıl bir CASTING  ANLAYIŞIDIR LAN BU?

* geçenlerde bir sınavıma çalışmaya  gayret ederken showda yüzüklerin efendisi kralın dönüşünü veriyorlardı. 3 saat boyunca kendimle cebelleştim dublajlı izlenmeye değmez dedim bak seriyi toplamda 11 kez falan izledin zaten televizyonu kapa, kumandayı sakla bu akşam izleme sonra git okuldan extended HD versiyonları indir kendini terfi ettir dedim. benimsedim uydum ve yaptım. dün fellowship of the ringi izledim arkasından hadi two towers atayım dedim. anam o da ne filmin ikinci yarısını indirmişim sadece. kahrolduğum an bu andı ne yapacağımı bilemedim torrente daldım 8 gb lık filmin inme süresi ve kof çıkma ihtimali  ve vpnin okul paylaşım programındaki epic failliği üzerine dedim bari okuyayım kitabı, 20 sayfa okudum dedim kendine gel. middle earth modu benliğime işlemiş, ingiltereye gittiğim zaman uğramaya niyetlendiğim  irlandayı hobbitköy olarak hayal etmeye falan başlamış, neşelenmekteydim zira. hiçbir zaman ne frp ne de wow insanı oldum ama neden kendimi bu lotr fantazisine bu kadar kaptırdığımı da hiç anlamadım, çare bulamadım. kitapları da öyle en sevdiğim kitaplar arasında saymak aklıma bile gelmez yani.

*the teahouse of august moon muş marlon brando hazretlerinin japanese peasant olarak arzettikleri film.

*hadi eyvallah!

15 Nisan 2010

ve tanrılar çıldırdı

linkini aldığımdan beri aralıklarla şu vidyoyu izliyorum vallahi terapi diye buna derim. hatta yakaladığım kişilere de izletip amme hizmet alanımı geliştiriyorum. ahanda buyrun burdan yiyin siz de.




ola ki fon müziğine aşinasınız yorum kutucuğuna bir selam edin öyle gidin.

11 Nisan 2010

uç uç uç

sınav zamanları içimde azan blog yazma duygusu var evet. bütün kağıdı defteri bırakıp laptopun ekranına kaçasım geliyor. iyi olmaz mıydı ha, şöyle güzel bi landscape atardım desktopa, altın rengi kum ve tropikali hatırlatan bilimum doğa bileşeni barındıran. aslında tropikal bi adaya gitmezdim ben, daha soğuk, mazisi olan, insanları az buçuk anlayabiliceğim bir yere gitmek isterdim. neyleyim tropikal balıkları yani. neyse bu ekran içine kaçma olayının derinlerine inecek olursak, bir holivud filminde görmüş idim baya baya çocukken ve gerçekten ekranların içine girebileceğimizi, zeki müren'de bizi görecek mi saflığıyla hayal ediyordum. filme dönecek olursak, kahramanımız -ya ciaden ya da sapığından kaçan- çoktan düğmeli objektifli bir kameranın objektifine sevgilisinin kolyesini asıp objektifin içine dalıyordu. sonra film bir spacemen ekran savaşlarına dönüyordu muhtemelen hatırlayamadım şimdi. çok da gerekli bi film değildi engin tecrübelerinize katmanız gereken.

yeni paragraf başı gösteriyor ki yazasım kaçmış geldiği yollardan. ama madem filmlerden girdik yine ordan devam edelim, festivale bilet aldım benden beklenmeyecek bir azimle, ve eminim yine bok gibi bir filme almışımdır ayrıca kibarlık olsun diye davet ettiğim exchange birgit'in param yok diyerekten anında 14 lirayı bana sokması çok güzel hareketti cidden. şu misafirperverlik olayına fazla dadanmamam gerektiğini ilerde kendime hatırlatayım bi ara. 14 lirayı geçtim bi de muhtemelen bok gibi bir filme bilet de almış olabilirim yine. mazi içimde bir yaradır festival filmleri konusunda. gerçi son gittiğim no body is perfect de ece sayesinde inanılmaz eğlenmiştim çünkü kendisi filmi bir HORRORSHOW'a dönüştürmüştü ve sapıklığın doruğuna ulaşmış görüntülerde salondan yükselen çığlıklar ve tekmelenen koltuklar, çene kaslarımı baya yormuştu eheheh.
neyse son paragrafta siz lütuflu okuyucularıma üsküdar'da bir uçurtma atölyesi olduğunu haber edeyim. atölye gerçi çocuklar içinmiş ama uçurtma hepimiz için değil midir, sorarım. neyse malzeme falan alıp gitmenize gerek ordan gerekli malzemeyi 6 liraya temin edebiliyormuşsunuz.  UÇURTMA DÜNYASI nın websitesine gidip gerekli bilgileri alırsınız zaten. ben de gelecek haftaki tatili fırsat bilip gideceğim sonra size kiterunner maceralarımı anlatırım.

heycans

1 dakika sonra yeni bir gün başlıyor ben bu satırı yazarken. bu cümledeki anlatım bozukluğu nereden kaynaklanmaktadır şimdi? benim de öss atmosferine girdiğim anlaşılıyor cümle kılıklı ifadelerimden. ezgi de bu gün össye girecek takımdan. benim heyecan kat sayım da artıyor ilerleyen zamana bağlı olarak. kendi öss senemi hatırlıyordum da bu kadar heyecanlanmamıştım. hatta heyecanım 1 üzerinden 2 düzeylerinde seyretmekteydi. nedense bu gibi hayati önem arzden mevzularda, mevzunun kendisine yaklaştıkça bir sallamama, hatta kendini de salma baş gösterir bende, bas bas paraları leylaya bi daha mı gelcez dünyaya nakaratı eşliğinde. kendimi bi sal moduna almak çok kolay, ama iş başkasına gelince onu bu moda geçirmek hakikaten karın ağrısı gibi bir iş.

asıl mesele, yapabileceğini bildiğin bir şeyin, yapamayacağının korkusunun  yumurta kapının ağzına geldiği zaman içine çöreklenmesi. çok hain bir korku bu, hadi bir şeyden korkarsın, ödün patlar ama kendini güvene alacağın bir yöntemi bulursun, kurtulursun ama bu mevzuda işler değişiyor çünkü bir zaman değişkeni de meselenin içine dahil oluyor çok yönlü olaraktan. sınav saati yaklaştıkça korkun maksimum düzeylerde seyrediyor ve sınavda yerini yetiştiremeyeceğim korkusuna bırakıyor. bu korkunun tuzağına düşmemek mesele. ben düşsem bile salla gitsin, martılar, ilerde açacağım lokanta gibi hayallere dalarak uzaklaştırıyorum kendimi. motivasyonum düşse de koymuyor artık zaten başka şeylere odaklanmışım çoktan. onları da yapacağımdan değil ama güzel şeyler düşünmek varken neden kendimi kaygıyla yiyip bitireyimi, motto olarak benimsediğimden işte.

ama kardeşim için yapamıyorum, kendi yöntemimle fena halde çuvallıyorum. ya çok heyecanlanırsa, ya yapamazsa kaygısı fena halde  bana geçmiş durumda. çaktırmıyorumdur umarım ya çaktırırsam a.k.

sınav sonrasını düşüneyim, geçti biti gitti diyeceğim anı düşüneyim diyorum ama benim pazartesi iki tane üst üste sınavım var lan hiç bakmadığım daha. hayat bi bana güzel değil a.k.

5 Nisan 2010

geçti bir dost kervanı

dün babamın üniversite arkadaşları ile kahvaltı buluşması vardı. bu sefer ailelerini de getirmeyi kararlaştırdıklarından, aile kontenjanından biz de dahil olduk. bu güne kadar babamın bir tek arkadaşını bile görmemiştim ben. ne çocukluk ne okul. adlarını bile duymamıştım. sadece iş icabı ile tanıdığıcep telefonlarının pek de revaçta olmadığı zamanlarda akşamları sürekli arayan mehmet usta, elektrikçi, akif usta, şaban, boyacı yüksek mimar arif gibi zatların isimlerine aşinaydım. ama arkadaş da olmazdı onlardan bence.

tanımadığım 35-40 kişilik bir inşaat mühendisleri grubu içersinde bulduk kendimizi. ailesini de getirenler grubun yüzde yirmisi falandı. antakyadan bile sırf bu buluşma için kalkıp gelen vardı. bursa'dan. diyarbakır'dan. antakya'dan gelen semiha hanım, kızıyla teşrif etmişti. kızı ece'de itüde inşaat mühendisliği okuyormuş. ortamdaki tek sosyal bilimlerle uğraşan azınlık halim, yalova'dan gelen haydar bey'in kamu yönetimi mezunu çocukları ortadan kalktı.

28 yıl sonra birbirlerini ilk kez görenleri izlemek güzeldi, semiha hanım sürekli beni hatırladınız mı diye soruyordu ama kendisi de pek kimseyi çıkaramıyordu. muhabbetleri tabiki eninde sonunda inşaat sektörüne geliyor sonra onun üzerinden devam ediyordu. annem ezgi ve ben pek de hoşnut değildik derken imdadımıza hakan bey koştu. yanıma oturan bu adam, okulu 7 senede bitirrmiş alabildiğine geveze ve rahat biriydi. sürekli bana içeri her yeni gelen mezun hakkında dedikodular yapıyor, sonra onu bunu işaret edip onlar hakkında da döktürüyordu.  ayrıca isimler ve detaylar konusundaki inanılmaz hafızası da bana birilerini anımsattı (:

hakan bey'in en iyi hikayesi heralde, derslerle pek ilgisi olmadığı  üniversitenin ilk yılında rapido kalem cetvel falan almak için beşiktaş'ta kırtasiyeye gittiğinde kırtasiyeci adamla arasında geçen şu konuşmaydı:

kırtasiyeci: evladım bölüm ne?
hakan:  inşaat mühendisliği.
kırtasiyeci: hangi üniversite?
hakan: yıldız.
kırtasiyeci:  öyle mi, fizik dersinize kim geliyor bakalım?
hakan: bilmiyorum.
kırtasiyeci:  söyleyeyim. ben geliyorum evladım.

ha bir de, güreşçi haydar bey'in kalkan bir arkadaşıyla vedalaşırken kızını  gösterip aynı babası demesi üzerine, hakan bey'in  çocuk zenci de olsa yine aynı şeyi söylerdi savının, biz ayrılırken haydar bey'in -biri çin diğeri romanya'dan alınmış iki çocuk kadar birbirine benzeyen- ezgiyle bana bakarak anneme ya bunlar ikiz gibi demesiyle desteklenmesi de günün climax noktasıydı benim için.

mühendislerin gizemli dünyasına dahil olduğum bu hafta sonunda babam diye demiyorum ama evet inşaatçıların ayrı bir ruhu var. hoşçakalın.