2 Şubat 2010

seçmece karpuzlara gel.

bu gün psycho izledim, 55 sayfa okudum. günün anlamlı hareketleri özetle bunlardı. ben hitchcock filmlerini seviyorum ama izlerken çoğunlukla keşke çekildiği yıllarda sinemada izleyebilseydimi de sık sık yineliyorum. 20. yüzyılın 30larında ya da 60larında yaşamayı arzulamak gibi anlamsız bir saplantım var. 90ları 30un katı olmasına rağmen kabul etmiyor bünyem. daha da eskilerde yaşamayı istediğim de oluyor mesela 1600 ya da persler zamanında. m.ö. için şarkı arzulayan ben m.s için batıyı tercih ediyor garip. doğu- batı sentezi karman corman bir jenerasyonun default bireyi olmamın etkisi vardır bunda kim bilir. geçen yıl hasan bülent ilk dersinde, kendinizi doğulu mu yoksa batılı mı olarak tanımlıyorsunuz diye sormuştu. sosyal ortam çekingenliğini bünyesinden bir türlü atamayan ben; içsesim: "c) ikisi de" diye haykırırken, dilim ağzımın içinde kıpırtısız kalmayı seçmişti. lütfedip cevap verseydim, muhtemelen hasan bülent bey, bu gün koridorda karşılaştığımızda selam verirken adımı da söyleyecekti. birkaç kez böyle sessiz ama parıltılı anlar yaşadığımı belirtiyor(ego okşamaları) dilimin tez zamanda çözülmesini temenni ediyorum.

psycho'ya dönecek olursak sanırım aklımda en çok kalan kısım, norman bates'in insanların hobilerini vakit geçirmek için yaptıklarını, oysa kendisinin hayvan doldurmayı, vakit doldurmak için yaptığını söylemesiydi. norman bates'in zamanının bomboş geçtiğini ve bomboş bir motel işlettiğini de belirtelim de, alıntık beklenen etkisini göstersin. vakit geçirmek bence de, meşgul insanların bulundukları bir eylem. gündelik işlerinde belli bir rutini yakalayanların, diyelim pazartesi-cuma 9-5 çalışanların, hafta sonları ya da akşamları tango dersi almak, yemek kursuna gitmek, kitap okumak gibi adını hobi koydukları birtakım alışkanlıklarla doldurmaları, aslında deşarj olmak, hayatın diğer tatları peşinde koşmaktansa, o hafta sonu ya da akşam denen boşluğu bir şekilde en acısız şekilde geçirmek ve bir an önce görev yerlerine dönebilmek. insanların küçük işlerle, nispeten daha az zaman ayırdıkları işlerle hayatlarının anlam kazandığına inanmıyorum açıkçası. emeğinizi, zamanınızı nereye veriyorsanız, ne sizi yaşatıyorsa hayatınızı asıl anlamlandıran da o olmalıdır diye düşünüyorum. hayatınızı şekillendiren ana bir faktör mevcutsa, onun varlığından bağımsız olarak kendi varlığınızı anlamlandırabilir misiniz hakkaten?

bunu bana işini söyle, sana karakter analizini sunayım gibi almayın. sadece, insanların giderek mekanikleştikleri, yürüyen dertli saatler halini aldıkları bir dünyada hobi gibi hareketlerin de zorunluymuşcusuna güdülmesine karşıyım. herkesten mutlaka bir hobisi olmasını bekleriz anlayışından ve hobilerin üstümüze yapıştırdığı etiketlerden. yanlış anlaşılmasın, insanların extra uğraşlar edinmelerine karşı değilim sadece bunun getirdiği mantaliteyi anlamakta güçlük çekiyorum. yönetici olarak iş başvurusunda bulunan birinin, hobileriniz kısmına paraşütle atlamak yazması; onun riskli kararlar alabilen biri olduğunu, ya da pul koleksiyonum var yazması; onun acayip titiz iş yapan biri olduğunu gösteriyor mu cidden? bir de bu mantalitenin hegamonyasında, türlü kurslara, aktivitelere sırf göze çarpmak için, hey ben de bunu yapabiliyorum diye bas bas bağırmaya gidenleri anlamıyorum. basit alışkanlıklarımızın, taktiksel bir düzenle bize yeniden yedirilmeye çalışılmasını sindiremiyorum evet.

belki ben hiçbir hobisi olmayan biri olduğumdan, olayın özüne inemiyorumdur ya da beynim iki oda-bir salon kıvamındadır falan.

1 yorum:

  1. saykoyu sevdiysen edward hopper'ın tablolarına bir göz at, pek çok benzerlik bulup şaşıracaksın diyeyim de sinema eğitimi almam bir işe yaramış gibi görünsün baaaari. ben kendimi batılı hissediyorum, orhan pamuk aksini söylese de.

    YanıtlaSil