10 Eylül 2009

ben vs ben

televizyon ile bütünleşik yaşamımda huzuru buldum mu? yorumsuz. belki gerçeği paylaşmaktan çekiniyor olabilirdim aptal biri olduğumu düşünmenizden çekinerek, hatta izlediğim programların affına bile sığınabilirdim huzurunuzda. ama ben bu kompleksin üstünden 9 yaşında gelmiş biriyim. televizyon izlememe terör örgütüne katılıyorummuşcasına karşı çıkan bir annenin baskısı altında büyüdüm ben. kendi baskısı yetmiyormuşcasına çevremdekilerin de üzerimde televizyon kötüdür izlenmez hegamonyasını kurmalarının sadık ve şaşmaz bir neferiydi annem. sadece bu gün 71 yaşında olan derin tsubasa bilgisi olan dedem bu baskının işlemediği tek ademoğluydu. annemin çocuklar için olan tv düşmanlığı, sınırları zorlayan bir boyuta gelmiş bana bir pazar günü olsun parliament sineması izlettirmemiş olan bu kadın, o zamanlar ki çocuk doktorumun -kendisi de meyilliymiş demekki- benimle tv üzerine konuşmasını sağlamış idi. bir çeşit prof olan bu kadın doktor bana tv için şahane bir tanım olan -aptal kutusu- demişti. sonrasında 9 yaşındaki bana biz doktorlar su çiçeği çıkaran çocuklar için ne deriz bilir misin demiş ben de yıldız haritası mı deyince, şaşırmış nerden biliyorsun deyince de şıp diye televizyonda söylediler demiştim. aslında daha önce su çiçeği çıkardığımda başka bir doktor bu espri gibi görünen söz öbeğini belleğime işlemişti. ama her zaman kendim gerek gördüğüm ölçüde dürüst olan biri olduğum için bu fırsatı hayatta kaçıramazdım değil mi?

televizyonla olan bağımı bu kadar gerilere götürmek her ne kadar bir flashback fantazisi olsa da, sinemacıların bu kadar ekmeğini yediği bir şeyi ben neden kullanmayayım ha? (günlük yazma malzeme sıkıntılarımı, geçmişten tedarik etmekle zerre alakası yok aslında eheh) digitürkle artan film kültürüm, bana emir kusturicanın gün geçtikçe kötü filmler çektiğini, julianne moore'un artık gerilim filmleriyle baydığını, seven years in tibet gibi ada sahip filmlerin kof olacağını, robert de nirolu ilginç bir frankenstein uyarlaması olduğunu, ingilizce konuşabilen türk oyuncu diye bir şey olmadığını(bkz: internette av 2) tom tykwer in gerçekten iyi ötesi filmler çektiği (bknz: heaven, hatırlatmak adına lola rennt) , kevin spaceyi gün geçtikçe daha da seveceğimizi (bkz: the life of david gale), running with scissorsun bir royal tenenbaums kalitesinde olduğunu paylaşmayı gerektirdi.

film izlemediğim zamanlarda nigella'dan pratik lezzetler, banyomu yenile, girls of the playboy mansion, so you think you can dance, bir klasik olan ER, zaman zaman us open, denk gelirse balinaların şarkı söyledikleri belgeseller, hatta bir amerikan futbolu maçı bile izliyorum. bu kervana sokağımızda çekilen yaprak dökümü de eklendi. boş yere dizi çekimi izleyen meraklı balkon kuşu da olabiliyorum ama haftada 1 gün. demeden edemezdim, neyse uzun lafın kısası çavmav işte.

o değilde meryl streep kendisiyle anılan bir başyapıtta oynamadığından yakınıyormuş, iyi bir oyuncuymuş ama iyi olmaktan öteye gitmeyen filmlerde oynamış hep. şöyle bir guguk kuşu, godfather, raging bull hasreti çekiyormuş. bir insan evladı çıksın da kurtarsın şu muzdarip kadını lütfen!

3 yorum:

  1. seda,
    doktora verdiğin cevap geceleğin hakkında sırlar da içeriyormuş bence. ama iyi demişsin oh!
    digitürkle yaşamak benim gözümde ulaşılamayacak bir lüks ve sen bana göre jetgillerin akrabası falan oluyorsun bilesin.minimal yaşam çizgimin kısa zamanda seğişeceğini sanmıyorum.sevgiler.

    YanıtlaSil
  2. tykwer'in heaven'ı ne de güzel filmdir... =)

    YanıtlaSil
  3. tire swingo,

    peki bir d-smartımız da olduğunu söylesem sana ha? (uydularla böbürlenmenin dayanılmaz hafifliği)

    mots de verre,

    size katılıyor ve ayrı bir naif film olduğunu da ekliyorum.

    YanıtlaSil